Dünya Sağından Kalkma Günü

27 Aralık: Her sene 26 Aralık'ta kutlanan "Dünya Yatağının Sağ Kenarı Duvara Dayalı Olduğu İçin Her Sabah Solundan Kalkmak Zorunda Olanların Bu Sefer Ayak Ucuna Yatma Günü"'nün ardından gelen "Dünya Sağından Kalkma Günü"'nüz kutlu olsun!

Dün gece şenliklerle kutladığımız özel günün ardından, hepimiz daha huzur dolu bir şekilde gözlerimizi açtık dünyaya. Sağımızdan kalktık, camımızı açtık, odamızı havalandırdık, keyifli bir duş aldık, giyinip dışarı çıktık gülümseyerek, bir yandan da etrafa "Acaba oldu mu?" diye meraklı gözlerle bakarak...

Ama dış kapıdan adımımızı atar atmaz hepimizin başına aynı şey geldi değil mi? Bugün, o gün değilmiş, bunu anladık... Daha Dünya Barışı'na hazır değilmişiz!

Olsun be sevgili takipçiler, seneye aynı gün yine bu kutlamalara katılırken, saf iyilik, saf sevgi ve Dünya Barışı'nı umut etmekten vazgeçmeyeceğiz. Umarız ki, ileriki yıllarda bir başka 27 Aralık günü "Dünya Barışı'nın Sağlandığı Gün"'ünüzü de kutlarız. Şimdilik, hoşçakalın=)
FriendFeed ile Paylaş

Dünya Yatağının Sağ Kenarı Duvara Dayalı Olduğu İçin Her Sabah Solundan Kalkmak Zorunda Olanların Bu Sefer Ayak Ucuna Yatma Günü

26 Aralık: Siz de, yatağınızın sağ kenarı duvara dayalı olduğu için her sabah solundan kalkanlardan mısınız? O zaman sizi ilgilendiren bir haberimiz var.

Her sene 27 Aralık tarihinde kutladığımız bir güne davetlisiniz. Bugün, "Dünya Yatağının Sağ Kenarı Duvara Dayalı Olduğu İçin Her Sabah Solundan Kalkmak Zorunda Olanların Bu Sefer Ayak Ucuna Yatma Günü", Kutlu Olsun!

Yılın en güzel günlerinden birinde, dünyanın dört bir yanında kutlanan bu gün, şüphesiz ki Türkiye'de de şenliklerle kutlanacak. Yatağının sağ kenarı duvara dayalı olan kişiler bu gece yastıklarını ellerine alacaklar ve yatağın başlarını koydukları yere değil de ayaklarını uzattıkları tarafa bu yastıklarını koyacaklar. Sonra da bu tarafa başlarını koyarak bütün gece mükemmel bir uyku çekecekler. Yarın, yani "Dünya Sağından Kalkma Günü" nde herkes tatlı bir uykudan huzur dolu bir şekilde uyanacak ve sağ taraflarından kalkarak harika bir güne başlangıçlarını yapacaklar.

İlk kez Birleşmiş Milletler tarafından 1965'te düzenlenen bu özel gün, aslında Dünya Barışı'nı hedefliyor. Birleşmiş Milletler'in o zamanki sözcüsünün açıklamasına göre, eğer bu özel güne dünya üzerinde büyük bir katılım sağlanabilirse, ertesi sabah -Dünya Sağından Kalkma Günü'nde- dünyadaki bütün insanlar huzurlu, sevgi dolu bir şekilde uyanacaklar ve belki de dünya barışı o gün sağlanabilecek! Sağından kalkmanın getirdiği o mükemmel huzur ve yaşama sevinciyle güne başlayan insanlar bütün düşmanlıklarını, çıkarlarını, kıskançlıklarını, zalimliklerini bir kenara bırakacaklar ve herkesi sevgiyle kucaklayacaklar.

Birleşmiş Milletler'in kuruluşundan beri en büyük yatırımlarından birisi olarak dikkat çeken bu özel gün, BM'nin bugüne kadarki en önemli ve değer verdiği proje olarak görülüyor. Bir gün bu özel güne yeteri kadar katılımcı sağlanacak ve ertesi gün de Dünya Barışı sağlanacak! Peki bu gün, neden yarın olmasın? Hadi siz de bu gece yastığınızın yerini değiştirin(Sadece her sabah solundan kalkanlar tabi!) ve yarın barış dolu bir dünyaya gözlerimizi açalım!
FriendFeed ile Paylaş

Şahin Model Arabayı Doğan Görünümlü Yaptı

20 Aralık 1996: Dönülmez akşamın ufkunda 3 kankasıyla birlikte geziyordu Serhat. Umut, babasının Doğan marka arabasını kaçırmıştı ve 4 genç bu arabayla o sokak senin, bu cadde onun geziyorlardı. Hava buz gibi soğuktu, ama buna rağmen açtıkları en güzide arabesk şarkılarıyla içleri ısınıyor, dışarıda üşüyen diğer insanları ısıtmak için açtıkları arabanın camlarından da dışarıya arabesk dinletiyorlardı. Böyle harika bir gece geçiriyorlardı.

Umut, Serhat'ın 3 kankasından birisiydi. Diğer ikisinin adları Selçuk ve Fatih'ti. Hepsi de 18 yaşındaydılar. Ehliyetlerini aldıklarından beri her gece bir başkası babasının arabasını gizlice kaçırıyor, gece evlerine dağılırken de gizlice aynı yere park ediyordu. Şansa bakın ki, hepsinin arabası da Tofaş Doğan'dı. Kendilerine Doğan Gençliği ismini takmışlardı. Ne kadar da karizmatiklerdi!! Sokakta bir kız gördü mü abanıyorlardı kornaya, kız dönüp arabayı gördü mü etkilenmek sözcüğü yetersiz kalıyordu. Resmen ağızlarının suyu akıyordu kızların!

Ertesi gece, sıra Serhat'a geliyordu. Ama Serhat'ın, kimsenin bilmediği bir sırrı vardı. Babasının arabası Doğan değil, Şahin'di! Ama bunu bir türlü kankalarına söyleyememişti, rezil olmaktan, dışlanmaktan korkmuştu. Ama artık kaçış yoktu, yarın napıcaktı?

Öncelikle biraz zaman kazanmalıydı. Düşünmek için zamana ihtiyacı vardı. Kankalarına, babasının birkaç gece arabayla işi olduğunu, bu yüzden arabayı kaçırmasının imkansız olduğunu söyledi. Sonra başladı beyin salatasına.. düşündü, düşündü, düşündü...

Aklına bir şey gelir gibi oldu, ama sanki hayalgücünü biraz fazla zorlamış gibi geldi. Bunu yapmak mümkün olabilir miydi? Tek şansı buydu, başka çaresi yoktu...

Babasının iş yerine gitti, babasıyla bir konuyu uzun uzun konuştu, tartıştı. Babası duyduklarına inanamadı, ama oğlu bu kadar çok üsteleyince, tamam dene bakalım dedi ve anahtarları Serhat'a verdi.

1996 yılında bugün, Doğan Gençliği tekrar buluştu. Umut, Selçuk ve Fatih her zamanki buluşma yerlerinde Serhat'ı bekliyorlardı. Serhat onları arabayla alacaktı.

Kendi aralarında konuşurlarken uzaktan bir korna sesi duyuldu, ani bir fren sesiyle önlerinde bir araba durdu. Gelen Serhat'tı. Şöyle dışardan arabaya baktı hepsi, sonra arabaya atladılar: "Güzel arabaymış kankaaa, en güzel Doğan seninkini seçtik valla!!"

Hiçbirisi, arabanın aslında Şahin olduğunu fark etmemişti. Çünkü araba dıştan bakınca aynı Doğan gibi görünüyordu!

Tarihte bugün ilk kez birisi Şahin model arabayı Doğan görünümlü yaptı ve "Doğan görünümlü Şahin" ortaya çıkmış oldu!

Serhat, babasından anahtarları aldıktan sonra arabayı sanayiye götürmüş, babasının arkadaşı olan bir ustaya fikrini anlatarak yapıp yapamayacağını sormuştu. Usta biraz düşünmüş, ama sonunda olur demişti. Böylece o sanayide ilk kez Doğan görünümlü Şahin yapılmış oldu.

Daha sonraki günlerde bu usta, dükkanının önüne "Doğan görünümlü Şahin yapılır" şeklinde bir tabela astı. Astığı gibi de dükkan müşteri kaynamaya başladı! Doğan görünümlü yaptığı Şahinler sayesinde çok para kazandı. Ama asıl önemlisi, yıllar sürecek yepyeni bir trend başlamış oldu! Bütün yollar, Doğan görünümlü Şahinlerle doldu, taştı. Daha ileri modifiyeler yapanlar ortaya çıktı. Modifiye araba fikri ortaya çıkarak bütün dünyaya yayıldı, dünyanın dört bir yanında modifiye arabalar görülmeye başladı, hatta bu bir çılgınlığa dönüştü, filmleri bile çekildi.

Eğer bugün bir Doğan görünümlü Şahin'e rastlarsanız, sol arka çamurluğunun iç yanında şu yazıyı görebilirsiniz: "Made in Turkey, Designed by Serhat".
FriendFeed ile Paylaş

Markalı Kıyafetleri Kaliteli Olduğu İçin Aldığını Söyledi

12 Aralık 1994: Amerika Birleşik Devletleri'nde çiftçilik yaparak geçinen Williams ailesinin maddi durumu uzun süredir iyi değildi. Evin babası James çok çalışıyordu, ama zamanında doğum kontrol yöntemlerinden bihaber oldukları için eşi Sue ile en az 3 çocuk yapmışlardı. Bu yüzden de kazandıkları, karınlarının doymasına anca yetiyordu.

Evin en büyük kızı Suzanne 20 yaşındaydı. Üniversiteye gidiyordu ve ailesi onu okutmak için ellerinden ne geliyorsa yapıyordu. Kıyafetleri genelde ucuz markalardandı, ama annesi hem ucuz olup hem de kaliteli kıyafet satan dükkanları iyi biliyordu. Bu yüzden dışarıdan bakınca maddi durumlarının kötü olduğu anlaşılmıyordu. Tek fark, kıyafetlerinin önünde kocaman amblemler olmamasıydı.

Yine de Suzanne, kimi arkadaşlarına çok özeniyordu. Pahalı markalardan giyiniyorlar ve hepsi de çok güzel görünüyorlardı. Hele kıyafetlerinin önündeki o koca koca amblemler yok muydu, ne kadar da seksi gösteriyordu onları!

En sonunda dayanamadı Suzanne, nefsine yenik düştü. Fazla harcamak için parası olmadığı doğruydu, ama ailesi onu hiçbir zaman zor durumda bırakmıyordu, bu yüzden de ekstra paraya ihtiyaç duymuyordu. Buna rağmen yakın arkadaşlarından olan Kate'e giderek biraz borç paraya ihtiyacı olduğunu söyledi. Kate seve seve ona parayı verdi ve Suzanne parayı aldığı gibi ünlü bir markanın mağazasına gitti.

Kıyafetler arasından en ucuz, fakat amblemi en büyük, en uzaktan belli olan bir elbise seçti. Üzerinde güzel durup durmadığına bile bakmadan elbiseyi aldı.

Ertesi gün elbiseyi giydiğinde, okuldaki bütün herkes sanki ona bakıyordu! Adeta ışıldıyordu, ışık saçıyordu etrafına! Sanki bir gecede estetik ameliyatı olmuş da birdenbire güzelleşivermişti! Oh Tanrım, ne kadar da seksi görünüyor olmalıydı!

Ve çok bir zaman geçmeden de, okuldaki arkadaşlarından birisi geldi yanına. "Suzanne, elbisene bayıldımmmm." dedi. Senelerdir buna benzer elbiseler giyiyordu Suzanne, ama bir gün bile bir arkadaşı gelip bu cümleyi söylememişti ona. O anda o kadar mutluydu ki!!

Hafta sonu geldiğinde, ailesinin yanına gitmek için çantasını topladı, üzerine de yeni elbisesini giydi. Eve girdiği anda, annesinin gözleri Suzanne'in elbisesine dikildi. Böyle bir elbiseyi almak için paraları olmadığını biliyordu, sırf bu yüzden de "Daha önce buna benzer başka bir elbise almamış mıydık sana? Hem onun fiyatı bunun 10'da biri kadardı, neden bu kadar para verdin ki bu elbiseye? Ne farkları var ikisi arasında?" diye sordu kızına.

Aslında ikisi arasındaki farkı çok iyi biliyordu Suzanne. O koca amblem! Ama bunu kendisine bile doğru düzgün itiraf edemezken, annesine itiraf etmesi imkansızdı. Bunun yerine, o tarihi sözleri dökülüverdi ağzından: "Ama bunlar çok daha kaliteli ve sağlam, verdiğin paraya değiyor yani. Bir aldın mı ömür boyu giyiyorsun!"

Böylece tarihte bugün ilk kez birisi, sırf hava atmak için aldığı kıyafeti, "kaliteli olduğu için aldığını" söyledi!

Annesi tabii ki Suzanne'ın neden o elbiseyi aldığını çok iyi anlamıştı. Ama sırf kızına anlayış gösterdiği, onun hevesini anladığı için sesini çıkarmadı. Ona inanmış gibi yaptı.

O günden sonra tarihe geçen bu sözler, herkes tarafından kullanılmaya başladı. Ne zaman birisi bir karış kıyafete dolarlarca para ödese, hem kendi içini, hem de etrafındaki insanların içini rahatlatmak için bu sözleri söyledi. Bunu farkeden pahalı markalarsa, bu sözlerin patentini Suzanne'dan satın alarak bu sözleri reklamlarında kullanmaya başladılar, sürekli kaliteden söz ettiler. Böylece kazandığı paralarla hem Suzanne'ın ve ailesinin hayatı kurtulmuş oldu, hem de pahalı markalar çok daha fazla satış yaparak daha da zengin oldular.
FriendFeed ile Paylaş

Wireless Modem Şifresini 1234567890 Koyan Adam

10 Aralık 2006: Hayrettin Kamiloğlu çok fazla boş vakti olan bir esnaftı. Dükkanında temizlik gereçleri satarak geçimini sağlıyordu. 34 yaşında, bekardı. Bütün gün dükkanın önündeki taburesinde oturup sigara içer, gelip geçenleri dikizlerdi. Tek başına yaşadığı için, akşam eve gittiğinde çok canı sıkılıyordu. Sürekli izlediği diziler bile bir süre sonra bayıyordu onu.

Hayrettin'in komşu dükkanı bir berberdi. Bu berberde çalışan Burhan isminde bir kalfa vardı. 16 yaşındaydı Burhan, Hayrettin Abi'siyle kız muhabbeti yapmak acayip hoşuna gittiği için boş vakit buldu mu sürekli Hayrettin'in dükkanına gelirdi. Yine böyle bir boş vaktinde geldi Hayrettin'in yanına, ama bu sefer oturmadı. Yüzünde keyifli bir ifade vardı.

"Hayırdır lan hayırsız? Ne gülüyorsun pişmiş kelle gibi, bir şey mi oldu anlat bakalım?" diye merak etti Hayrettin. Burhan da, dükkana bilgisayar aldıklarını, bir de internet bağlattıklarını söyledi. Artık boş vakit oldu mu açıyordu bilgisayarı, internetten kız arıyordu.

Hayrettin kız lafını duyunca hemen durdurdu Burhan'ı. Ne yani, internetten kız bulunabiliyor muydu?


Burhan hemen onların dükkana davet etti Hayrettin Abi'sini. İnternette birkaç bir şey gösterdi, her zaman taktik aldığı Hayrettin Abi'sine bu sefer o taktikler verdi.

Bu internet işi Hayrettin'in acayip hoşuna gitti. Hem eğlenceliydi, hem bol olan boş vakitlerinde artık sıkılmayacaktı, hem de belki internetten helal süt emmiş bir kız bulurdu da artık evlenebilirdi. Hemen dükkanı kapattı, bilgisayar ve modem almaya gitti.

Bilgisayarı aldı, ama modem alırken kafası biraz karıştı. Satıcı, wireless diye yeni model bir modemden söz ediyordu. Sözde son teknolojiymiş, böyle kablolarla falan uğraşmaya gerek yokmuş, mutlaka onu alması gerekiyormuş. İyi bakalım dedi Hayrettin, evleneceği o kara kaşlı kara gözlü kızı hayal etti ve kıydı parasına. Bilgisayarını ve wireless modemini alarak evine gitti.

Bilgisayarı zaten hazır kurulmuştu, açma düğmesine basması yeterli oluyordu. Ama modem işini bir türlü yapamamıştı. Hemen Burhan'ı aradı, evine çağırdı modemi halletmesi için.

Burhan geldi, bir şeyler yaptı etti, "Tamam Hayrettin Abi, hallettim hepsini. Ama internete girmeden önce bir tane wireless şifresi belirlemen gerekiyor. Unutmayacağın bir şifre söyle de onu koyalım." dedi.

Hayrettin uzun uzun düşündü, taşındı. Ama birden sorulunca heyecan yapmıştı, aklına hiçbir şifre gelmiyordu. "Oğlum aklıma hiçbir şifre gelmiyor, yardımcı olsana biraz" diye yardım istedi Burhan'dan. Hayrettin Abi'sinin bu çaresiz durumuna üzülen Burhan, uzun zamandır hiç kimseyle paylaşmadığı büyük sırrını Hayrettin'le paylaşmaya karar verdi..

"Hayrettin Abi, sana bir sır vericem, ama kimseye söylemeyeceksin tamam mı? Abi geçenlerde Birey'in Matematik testini çözerken bir şey keşfettim, ama pratikte deneme şansım olmadı. Şu anda sadece teorik olarak bazı hesaplardan ibaret, ama eğer izin verirsen wireless modeminle bir şey denemek istiyorum." dedi. Ne olduğunu soran Hayrettin'e, "Bu wireless modemlerin bir açığını keşfettim Hayrettin Abi! Öyle bir şifre var ki, onu yazınca internetteki bütün porno sitelere şifresiz girebiliyorsun!!" dedi. Bunu duyan Hayrettin, daha fazla soru sormadan hemen denemesini emretti Burhan'a!

Burhan, wireless modemin şifre belirleme penceresini açtı.

Ve tarihte bugün ilk kez birisi wireless modeminin şifresini "1234567890" koydu!

"N'apıyorsun oğlum? Bu şifreyi herkes tahmin eder, benim modemden beleş bağlanırlar internete!" diye kızarken Hayrettin, Burhan dünyanın en ünlü porno sitelerinden birisini adres çubuğuna yazarak Enter'a bastı. Sonuç: Site şifre mifre istemeden açılıyordu! Burhan'ın teoride ispat ettiği şey, pratikte de işe yarıyordu!!!

Gördüğü manzara karşısında Hayrettin'in dili tutuldu ve Burhan'a söylediklerini geri aldı. Kim beleş girerse girsin umrunda değildi artık. Çünkü elinin altında bir hazine vardı şu anda!

O günden sonra bu gizli şifre olayı kulaktan kulağa yayılmaya başladı. Ama bu gizli şifre olayının çözülmüş olduğu bilgisi, internet sağlayıcısı firma tarafından duyulmamalıydı. Bu yüzden bu yayılma işleminde, başka hiçbir şeyde asla gösterilmeyecek bir titizlik gösterildi! Bu bilgi, şaşılacak derecede bir titizlikle sadece özel seçilmiş insanlara verildi.

Keşfettiği bu bilgiyle Nobel ödülünü bile alabilecek olan Burhan, insanlık uğruna bu ödülden de vazgeçti(eğer bu keşfini açıklarsa, internet sağlayıcısı firma buna bir önlem alabilir ve bütün insanlık bundan mahrum kalabilirdi ona göre!).

Böylece dünyanın her tarafında 1234567890 şifreli wireless bağlantılar türedi. İşin iç yüzünü bilmeyen insanlarsa "Eheuhehue oğlum beleş internet buldum yine. Bir enayi daha şifresini 1234567890 koymuş, sömürmemek ayıp olur şimdi ahahaha" şeklinde yorumlarda bulundular. Oysa ki o şifreyi koyan adamın aslında herşeyin farkında olduğunu ve çok daha gizli bilgilere sahip olduğunu bilmediler hiçbir zaman...

Bugün, bu tarihi keşfin 4. yılını kutlarken, Tarihte Bugün Bir Şey Oldu olarak biz, siz değerli takipçilerimize bu gizli tarihi gerçeği sunmakla kendimizi yükümlü sayıyoruz...
FriendFeed ile Paylaş

Msn Başında Olduğu Halde İletisine (yok) Yazan Kız

4 Aralık 2005: Gül Kaymak, Eskişehir merkezde oturmakta olan 16 yaşında bir lise öğrencisiydi. Sabahları okula gider, akşam okuldan döndüğü gibi bilgisayarını açıp başına oturur ve gece yatana kadar da bilgisayar başında vakit geçirirdi. Bilgisayarda yaptığı tek şey ise, Msn Messenger'da muhabbet etmekti. Çok iyi yürekli bir kızdı, ama aynı zamanda çok da sessizdi. Pek arkadaşı yoktu, bu yüzden de okul arkadaşları dışarıda gezip tozarlarken o evine gidip Msn başında vakit öldürürdü.

Okul arkadaşları ne zaman Msn'e girseler, Gül sürekli online olurdu! Hatta bir ara çıkan dedikodulara göre bazen ders saatlerinde bile online olurmuş! İletisine, internetten bulduğu güzel sözleri kopyalamaktan büyük zevk alırdı. Böyle yaparak, Msn listesindeki insanlara ne kadar zeki bir insan olduğunu kanıtladığını düşünürdü hep. Bazen de hoşuna giden şarkıların isimlerini yazardı iletisine.

2005 yılında bugün yine okuldan dönmüş, Msn başına geçmişti. Winamp'tan şarkı dinliyordu bir yandan. Şarkılar karışık modda çalarken, birden Gül'ün en sevdiği şarkılardan bir tanesi çıkıverdi: Çilekeş'in y.o.k. isimli şarkısı! Şarkıyı duyar duymaz ayağa kalkan Gül, eliyle gitar çalıyomuş gibi yaparak şarkıyı dinlemeye başladı. Ama bu gitar çalma hareketi ona yeterli gelmedi, içindeki hisleri Msn listesindeki arkadaşlarına da aktarmak istiyordu! Şu anda ne hissettiğini bilmeliydiler!!

Böylece tarihte bugün ilk kez bir kız, Msn başında olduğu halde iletisine "y.o.k." yazdı!

Aslında Gül'ün o zaman bunu yapma amacı, sadece şarkının ismini iletisine yazmaktı. Ama Gül'ün bu hareketi, arkadaşları tarafından farklı algılandı. Sürekli Msn başında olan Gül'ün iletisine "y.o.k." yazmasını, sanki bilgisayar başında değilmiş gibi algıladılar ve şok oldular! Çünkü burada Gül'den bahsediyoruz, ders saatlerinde bile Msn'de online olan kızdan!!

Gül, iletisine y.o.k. yazdıktan sadece 7,5 saniye sonra Hakan Gül'e "orda mısın?" şeklinde Msn'den bir mesaj gönderdi. Bunu takiben 3 saniye içinde de Erdal "dönünce haber ver bir şey söyliycem" yazdı. Hazal ise titreşim gönderdi.

Bu şekilde bir sürü insan, Gül'e ulaşabilmek için ellerinden ne geliyorsa yapmaya başladılar. Sanki herkes işini gücünü bırakmış, Gül'ün nereye gittiğini öğrenmeye çalışıyorlardı! Birdenbire popüler olmuştu!

O günden sonra insanlar, çeşitli sebeplerle Msn başında oldukları halde iletilerine (yok) yazmaya başladılar. Kimisi, sadece konuşmak istediği insanlarla konuşmak istediği için (yok) yazdı; kimisi, Gül'ün elde ettiği ilgiyi görmek için; kimisi, "Msn başında amma çok vakit geçiriyorsun, biraz gez toz oğlum, amma asosyalsin yaaa hiç arkadaşın yok mu?" şeklindeki sorulara "Oğlum Msn hep açık duruyo ama ben başında olmuyorum, çıkıp geziyorum işte" diye cevap verebilmek için...

Daha sonra Hazal Yoğurtçu tarafından başka bir yöntem geliştirildi: Msn başında olup hiç bir işi olmadığı halde durumunu "Meşgul", "Dışarıda" veya "Çevrimdışı" yapmak! Aslında amacı, (yok) yazanlarla tamamen aynıydı!

Gül ve Hazal yüzünden, Msn Messenger'da kimse birbiriyle konuşamaz hale geldi. Kim Msn'ini açsa, herkesin (yok) olduğunu veya meşgul olduğunu görüp, o kişiye bir şeyler yazma hevesini yitirmeye başladı. Böylece internetin getirdiği iletişim kolaylığı birden tıkanıklığa uğrayıverdi.

Bu büyük boşluğu fark eden Mark Zuckerberg isimli girişimci bir genç, harika bir çakallıkla Facebook isimli bir site kurdu. Birbirleriyle iletişimleri bozulmuş olan insanlar, bu yeni siteyi keşfedince içinde bulundukları boşluktan dolayı resmen buraya hücum ettiler ve iletişimlerine kaldıkları yerden devam etmeye başladılar.

Günümüzde Facebook'un bu denli büyümesinin ve popüler olmasının en büyük sebepleri, Gül Kaymak ve Hazal Yoğurtçu'nun tarihe geçen bu hareketleridir!
FriendFeed ile Paylaş

Dünya Farmville İneklerini Sağmayıp Bir Gün Nadasa Bırakma Günü

Her Yıl Aralık Ayının İlk Haftasının Başlangıç Günü: Bugün, Dünya Farmville İneklerini Sağmayıp Bir Gün Nadasa Bırakma Günü. Her yıl bugün milyonlarca Farmville oyuncusu senede bir gün de olsa ineklerini rahat bırakarak onların da tatil yapmalarına imkan sağlıyor. Kutlu Olsun!

Hayvan-İş sendikasının baskılarıyla ilk kez 2007 yılında kutlanan bu özel gün, kısa vadede Farmville ekonomisini olumsuz etkilemiş gibi göründüyse de, uzun vadede ineklerin moralini yükseltmek suretiyle daha bol süt üretmelerini sağladığı için günümüzde hatırı sayılır bir oyuncu kitlesi tarafından da kutlanıyor. Hayvan-İş'in yanında çeşitli Hayvan Haklarını Koruma Dernekleri de bugünü destekliyorlar.

Bu yıl da dünyanın dört bir yanında kutlanacak olan bu anlamlı güne katılmayı unutmamanızı diliyoruz.
FriendFeed ile Paylaş

Yağmur Başlayınca Ortaya Çıkan Şemsiyeci

29 Kasım 1912: Lokman Ibitir isimli 19 yaşındaki girişimci genç, günlük işlerde çalışıyor, az buçuk kazandığı paralarla da karnını anca doyuruyordu. İstanbul'da yaşıyordu. Bütün gün Paşam Kahvehanesi'nde pinekler, kahvehaneye uğrayan işverenler işçi aradığında gider çalışır, iş bitince tekrar kahvehanedeki yerine otururdu. Genelde inşaat sektöründe çalışırdı.

Evde yaşlı babaannesi ile birlikte yaşardı. Gündüzleri Lokman kahveye gider, babaannesi de ona helal süt emmiş bir kız arardı. Suriye'den göç ettikleri zamandan beri babaannesinin romatizması vardı. Özellikle hava değişikliklerinde ağrıları çok artıyordu.

29 Kasım 1912 sabahı, Lokman yine erkenden kalktı, babaannesiyle kahvaltısını edip hava nasılmış diye camdan dışarı baktı. Yazdan kalma bir kasım sabahı vardı o gün. Üstüne incecik bir şeyler giyip kapıya yönelmişti ki, babaannesi durdurdu onu: "Yavrum şu şemsiyeyi de al yanına. Bacaklarım azıttı gene, yağmur yağacak bugün!". Babaannesinin yağmuru nasıl önceden tahmin ettiğini daha önce tecrübe edinmiş olan Lokman, babaannesinin sözünü dinleyip şemsiyeyi de yanına aldı ve Allahaısmarladık diyerek evden çıktı.

Kahveye vardığında onu gören arkadaşları kahkahayı patlatıverdiler: "Hafız o şemsiye ne bu güzel havada yahu?". Lokman, onların bu gülüşlerine aldırış etmedi, her zamanki masasına geçti.

Yarım saat geçmemişti ki, ortalık birden kararıverdi, gri bulutlar İstanbul semalarında görülmeye başladı. 10 dakika sonra da bardaktan boşanırcasına yağmur başlayıverdi! Öyle bir yağmur ki, daha önce eşi benzerine rastlanmamış!

Ortalıkta koşuşturan, yağmurdan kaçan insanlar belirmişti. Lokman da oturduğu sandalyeden bu insanları gülerek zevkle izliyordu. Sonra canı sıkıldı, nasılsa şemsiyem var diyerek dışarıda biraz yürümeye karar verdi. Kahveden 5 metre uzaklaşmamıştı ki, şık giyinimli bir adam yanına gelerek "Kardeş şemsiyen için kaç akçe istersin? Satın almak istiyorum." dedi.

Şemsiye etse etse 10 akçe ederdi, o da sıfır olsaydı. Lokman, adamın kıyafetlerine şöyle bir baktı, ıslanırsa adamın o pahalı kıyafetlerine yazık olacaktı. "30 akçe versen yeter Beyim."

Adam cebinden 30 akçe çıkartarak Lokman'ın eline tutuşturdu, şemsiyeyi alarak gitti!

Böylece Lokman, tarihteki "Yağmur Başlayınca Ortaya Çıkan Şemsiyeci" ve "Yağmur Başlayınca Değerinin 3 Katına Şemsiye Satan Şemsiyeci" ünvanlarının ikisini birden ilk kez kazanan insan oldu!

Şemsiyeyi satan Lokman, hemen eve koştu ve evdeki diğer şemsiyeyi de alarak dışarı çıktı. 5 dakika geçmemişti ki, aynı şekilde o şemsiyeyi de 3 katına satmayı başardı!

O günden sonra Lokman, şemsiye ticaretine atıldı. Bir sürü şemsiye satın aldı, babaannesi ne zaman bugün yağmur yağacak dediyse de, o gün sokaklarda gizli bir köşeye saklanıp yağmurun başlamasını bekledi. Yağmur yağar yağmaz da şemsiyeleriyle birlikte sokağa çıkarak hepsini 3 katına sattı! Çok geçmeden de, Osmanlı tarihindeki en zengin insanlardan bir tanesi haline dönüştü! İşleri büyüttü, büyük bir şirket kurdu. Şirketine bir sürü çalışan aldı, bu çalışanları önce İstanbul'un, sonra Türkiye'nin dört bir yanına dağıttı. Hepsine de satmaları için şemsiyeler verdi. Böylece satılan her şemsiyeden kar etmeye başladı!

Günümüzde ne zaman yağmur yağsa anında ortaya çıkan şemsiyeciler, işte Lokman Ibitir'in kurmuş olduğu, şu anda ise torunlarının torunları tarafından işletilen büyük bir şirketin çalışanları olan insanlardır. Bu büyük pazarda yıllar geçmesine rağmen hala tek büyük şirket olarak ayakta kalmalarının tek sırrı, her zaman adi şemsiyeleri pahalıya satmalarıydı. Böylece, her yağmurda şemsiyeler kullanılmaz hale geliyor ve 2 sokak ötedeki şirketin diğer şemsiyecisinden başka bir şemsiye satın alınıyordu.

İlk fotoğraf şuradan alıntıdır: http://feelozof.wordpress.com/2010/06/05/semsiye
İkinci fotoğraf şuradan alıntıdır: http://www.erginmurat.com/?p=193
FriendFeed ile Paylaş

Geçen Ambulansın Peşine Takılan Çakal Sürücü

27 Kasım 1973: Takvimler 1973 yılını gösterdiğinde, nüfusu çok yüksek olan Çin'in Pekin kentinde artık nüfusun yanında taşıtların sayısı da azımsanmayacak kadar çoğalmıştı. Öyle ki, özellikle iş çıkışı saatlerinde saatler süren trafik sıkışıklıkları oluşmaya başlamıştı. İş yerlerinden evlerine gitmek isteyen araç sahiplerini, çile dolu bir yolculuk bekliyordu artık.

46. Yıl Pekin Devlet Hastanesi, ilk ambulansını o sene almıştı. Eski dolmuş şoförü Manichima Kokora'yı işe alarak ambulans şoförü yapmışlardı. Ne zaman acil bir durum olsa, Manichima son hızla olay yerine yetişiyor, hastayı alarak en kısa zamanda hastaneye dönüyordu. Yılların usta şoförüydü, ama ambulansı görerek yol veren diğer sürücüler de onun en büyük destekçileriydi.

Yagami Nozomu, bir devlet dairesinde memur olarak çalışıyordu. Çalışmayı pek sevmeyen bir adamdı. Yatmak, işten kaytarmak ve listening to music en sevdiği hobileri arasındaydı. 30 yaşında hala baba parası yiyerek geçiniyor, baba parasıyla aldığı arabasıyla işine gidip geliyordu. Ama iş yeri şehrin bir ucunda, evi ise diğer ucundaydı. Bu yüzden de trafikte geçirdiği zaman canını çok sıkıyordu.

27 Kasım 1973 tarihinde, yine işten çıkmış, arabasına atlamış, sıkışık trafikte resmen emekleye emekleye ilerliyordu.

46. Yıl Devlet Hastanesi'ne gelen acil yardım telefonuyla Manichima Kokora ise ambulansa atlayarak, hızla şehrin diğer ucuna doğru yönelmişti!

Yagami, yarım saat önce bulunduğu koordinatlardan sadece 100 metre ilerleyebilmişti.


Manichima, sirenini açmış, önünden çekilen arabalar sayesinde E-52 yoluna giriyordu.

Yagami, 1 saattir E-52 yolundaydı.

Manichima, emniyet şeridi dolu olduğu için en sol şeride geçti.

Yagami 1 saattir sol şeritteydi.

Manichima, Yagami'nin arabasının arkasına geldi. Kornaya basıp selektör yaparak sağ şeride geçmesini işaret etti.

Yagami, sağ şeride geçerek ambulansın geçmesi için ona yol verdi.

Manichima, Yagami'nin arabasını geçti...


Sıkışık trafik yüzünden delirme noktasına gelen Yagami, solundan geçen ambulansa şöyle bir baktı ve bakmasıyla kafasında bir şimşek çaktı! Ambulansın geçmesiyle birlikte direksiyonu sola kırarak ambulansın hemen arkasına geçti ve ambulansı takip etmeye başladı!

Böylece tarihte ilk kez bir sürücü, sıkışık trafikte yanından geçen ambulansın peşine takılarak o adım adım ilerleyen trafikte çok daha hızlı giderek gideceği yere 5 dakika erken vardı!

Yagami Nozomu, o anda yaptığının ne kadar tarihi bir hareket olduğunun bilincinde tabii ki değildi. O yoğun trafiğin getirdiği stresle hareket etmiş, bir anda tarihe geçmişti.

Onun bu hareketini gören diğer sürücüler, adeta gördüklerine inanamadılar! Böyle bir şey nasıl olur da daha önce akıllarına gelmemişti? Nasıl olsa ambulans yolu açıyordu ve arkasından gelenlere sadece ambulansı takip etmek kalıyordu!

Bu tarihi hareket bütün dünyada yayıldı, bir süre sonra ambulansın arka kontenjanı için sürücüler arasında kapışmalar yaşanmaya başladı. Bir kısım yeni nesil sürücünün ise, başka bir tarihi harekete daha imza attıkları görüldü: Dörtlüleri yakıp ve kornaya basıyorlar, sanki ambulansın içindeki hastanın yakınıymışçasına davranarak ambulansın arkasındaki yerlerini hiç kimseye kaptırmıyorlardı!

Yine de, bu yeni nesil sürücülerin bile adını andıkları tek bir isim tarihe geçti: Yagami Nozomu!
FriendFeed ile Paylaş

Sakalını Kesince Daha Gür Çıktı

25 Kasım 1999: Suat Demir, Karadeniz Teknik Meslek Lisesi'nde öğrenim hayatını sürdüren 17 yaşında bir öğrenciydi. Ama bir yandan da oyunculukla uğraşıyordu. O yıllarda birden popüler olan Liselim isimli gençlik dizisinde oynadığı Yılmaz karakteriyle ünlü olmuştu. Buna rağmen şöhret onun aklını başından almamış, öğrenimini yarıda kesmeyerek okuluna da devam etmişti.

Bütün sanat dergilerinde, geleceğin Banu Alkan'ı olarak gösteriliyordu. Geleceğinin çok parlak olduğunda herkes hemfikirdi. Bu çocuğun doğuştan gelen bir yeteneği vardı!

Dizinin senaryosuna göre, Yılmaz karakterinin hafif kirli sakal bırakması gerekiyordu. Bu yüzden çekimlerden 1 hafta önce Suat sakal bırakmaya başladı. Ancak bir yandan okulu da devam ediyordu. Ve Suat'ın sakalları uzadıkça, okuldaki öğretmenlerinin de gözüne batmaya başladı.

25 Kasım sabahı okula gittiğinde, kapıdaki kontrolde Beden Eğitimi öğretmeni Baki Alan tarafından kenara çekildi. "Bu sakal ne böyle? Üniversite mi sandın burayı? Bu sakalla okula giremezsin, git tıraş ol öyle gel hemen" diyerek öğretmeni onu okula almadı. Suat, bunun çekimler için olduğunu ne kadar söylediyse de, öğretmenini ikna edemedi. "Hocam siz benim kim olduğumu bilmiyorsunuz galiba, bakın sakalı kesersem pişman olursunuz" diye öğretmenine çıkışmaya çalışınca, Baki Hoca Suat'ın kolundan yakaladığı gibi okulun karşısındaki berbere soktu onu. "Sinek kaydı olsun, yüzü gözü açılsın bu bebenin" diye de berberi tembihlemeyi unutmadı.

Tıraş bittiğinde, Beden Eğitimi öğretmeni Baki Alan gözlerine inanamadı!

25 Kasım 1999 günü ünlü oyuncu Suat Demir'in sakalı kesilince, daha gür çıktı!

O anda şok olmuş hocasına dönen Suat Demir'in ağzından o tarihi sözler çıkıverdi: "Hocam siz beni berbere getirerek sadece sakalımı kesmiş oldunuz, ama ben sizin o değerli vaktinizi çalmış oldum. Kesilen sakal daha gür çıkar, ama çalınan vakit geri gelmez!"
FriendFeed ile Paylaş

Seksi Fotoğrafları İçin Tıklayınız

23 Kasım 1997: İnternet bütün dünyada bir çılgınlığa dönüşürken, Türkiye'de de yavaş yavaş yaygınlaşmasını sürdürüyordu. Telefonları meşgul eden Dial-up bağlantılarla, T.C. vatandaşları da bu sonsuz sanal dünyada yerlerini almaktaydılar.

Mahir Uluorta, 25 yaşında askerliğini yeni tamamlamış geleceği parlak bir gençti. Senelerdir açıköğretim fakültesi sayesinde askerliğini erteletiyorken, sonunda sevdiği kızın "Askerliğini yap da evlenelim" çağrısına uyarak birliğine teslim oldu ve babasının tanıdığı bazı kişilerin torpiliyle askerliğini yedek onbinbaşı rütbesiyle Bodrum'da yatarak geçirdi.

Askerliği bitip memleketi Eskişehir'e döndüğündeyse büyük bir şokla karşılaştı! Sevgilisi Ayça, en yakın arkadaşı Hamza ile kaçmıştı!

Bunalıma girdi, aylarca etkisinden çıkamadı. Ama bir sabah öylece yatağından kalktı, ve aylardır kendisi için endişelenen annesine bakarak "Ana, tamamdır. Hayatıma dair, geleceğime dair, neler yapacağımla ilgili önemli kararlar aldım. Bugünden itibaren yeni hayatıma başlıyorum." dedi. Ardından en yakın internet cafeye giderek web sitesi yapımıyla ilgili araştırmalar yaptı internetten. Aynı günün akşamı da, "Gelgit" isimli ilk web sitesini kurmuştu bile.

Mahir'in yeni hayatındaki amacı, internette popüler bir web sitesi kurarak zengin olmaktı. Bunun için de arama motorlarında en çok aranan şeyleri belirleyerek, bunlarla ilgili bir web sitesi kuruyordu. Her şeyden bir tutam katıyordu sitesine. Yemek tarifleri, kız tavlama taktikleri, TC Kimlik No sorgulama gibi.

Fakat asıl önemli şeyi hep bilerek erteliyordu. Arama motorlarında en çok erotik içerikli şeylerin arandığını tespit etmişti, ama internette zaten fazlasıyla porno site vardı ve onlarla rekabet etmesi olanaksızdı. Ayrıca porno site açmayı da gururuna yediremiyordu. Yine de, arama motorlarından gelecek binlerce ziyaretçiyi ve kazanacağı paraları düşünmeden de edemiyordu!

Uzun süren beyin fırtınaları sonucu, tam umutsuz bir duruma girecekken, aklına dahiyane bir fikir geldi Mahir'in! Bu fikri uygulayarak, hem arama motorlarından gelecek ziyaretçileri kendi sitesine çekecek, hem de bir porno site olmamış olacaktı!

Böylece tarihte ilk kez bir insan, web sitesinde "Seksi Fotoğrafları İçin Tıklayınız" şeklinde bir link verdi!

Sonuç, Mahir'in beklediğinin çok çok üstünde, muazzam oldu! Arama motorlarından web sitesine binlerce abaza aktı. Gelenlerin büyük çoğunluğu, porno site beklentisiyle sitede dolaşarak fotoğraf arayıp durdular. Böylece sitede bolca vakit geçirmiş oldular. Ama bulabildikleri tek şey, bikinili birkaç fotoğraftan fazlası değildi.

Böylece Mahir, hem porno site açmamış oldu, hem de porno site arayışı içinde olan büyük bir kesimi sitesine çekmiş oldu. Bu taktiği sayesinde milyonlarca dolar kazandı! İnternet aleminde ismi saygıyla anılan bir insana dönüştü. En sonunda 1999 yılında da Gelgit isimli sitesini 560 milyon dolara Facebook'a sattı!

Mahir'in bu kadar meşhur olmasına şahit olan diğer site sahipleri de, aynı taktiği uygulamaya karar verdiler. Bu sayede bir çok web sitesinde "Seksi Fotoğrafları İçin Tıklayınız" şeklinde linkler ortaya çıkmaya başladı. Bunları, Güzeller Galerisi şeklinde bölümler izledi. "Porno siteye girersem bilgisayar virüs kapar" gibi batıl inançların da etkisiyle, bu tip siteler internet alemindeki kişisel tatmin açığını en güzel şekilde kapatarak çok popüler oldular ve sahiplerine milyonlarca dolar kazandırdılar.

İlerleyen yıllarda internetin hızlanması ile birlikte internetten kaçak film indirilmesinin yaygınlaşmasıyla bu sitelerin pabucu günümüzde dama atılmış olsa da, Mahir Uluorta'nın o inanılmaz keşfi olan "Seksi Fotoğrafları İçin Tıklayınız" öbeği, günümüzde başlıca haber sitelerinde olmak üzere hala yaygın olarak kullanılmakta.
FriendFeed ile Paylaş

Tepelerinden Geçen Uçağa Bakan İnsan

18 Kasım 1912: Alman bisiklet tamircisi Michael Krause, baba mesleğinin yanı sıra teknolojik gelişmeleri de hobi olarak yakından takip eden bir isimdi. Berlin şehrinin Kreuzberg semtinde yaşamaktaydı. Küçüklükten beri en büyük hayali, bir gün kuşlar kadar özgür bir biçimde uçabilmekti.

O sıralarda dünyanın dört bir yanından gerçekten de uçabilen uçaklarla ilgili haberler gelmekteydi. Çeşitli bilim dergilerini her ay satın alan Michael de bunlardan haberdardı. Ve ne zaman uçaklarla ilgili yeni bir haber okusa, yakınlarda yaşayan birisi de uçak yapsa da bir gün 1 dakikalığına bile olsa onu da yanında uçursa diye hayal ederdi.

Ama bir süre sonra fark etti ki, yakınlarda yaşayan birisinin uçak falan yapacağı yoktu. Uçak yapsa da, onu neden uçursundu ki? Asıl fark ettiği önemli şeyse, uçaklarla ilgili o kadar çok şey okumuştu ki, uçaklarla ilgili bilgisi şu anda muazzam seviyedeydi. Neden kendisi bir uçak yapmıyordu ki?

Hemen bisiklet tamirinde kullandığı parçaları bir araya getirerek kendisini evinin bodrumuna kapattı. Ama uçağın yarısını tamamladığında, uçağı bodrumdan çıkaramayacağını fark ederek her şeyi parçaladı ve bahçede sıfırdan bir uçak yapımına başladı. 2 aylık bir çalışmadan sonra da, kendince uçağı bitirdi ve şehrin dışındaki çok yüksek olmayan tepelerde deneme uçuşu yapmaya karar verdi. Deneme uçuşu için seçtiği tarih, 18 Kasım 1912 idi.

Otto Göppert, Maria Fink ile bir aydır sevgiliydi. Hala cicim aylarındaydılar, ama artık bazı şeyler yerli yerine oturmaya başlamış ve hafif kıskançlıklar sonucu küçük tartışmalar da başlamıştı. O gün, Berlin'in en ünlü pastanesinde tatlı yemeye gidiyorlardı. Kasım ayına göre hava yumuşaktı, ama yine de estiğinde üşüten hafif bir rüzgar da vardı.

El ele tutuşmuş yürürlerken, birden bir motor sesi duydu Otto. Normal bir insana göre daha fazla gelişmiş kepçe kulakları vardı ve normal insanların duyamayacağı sesleri bile duyuyordu bazen. Tanrı vergisi bir hediyeydi bu Otto'ya! İşittiği ses, gitgide yaklaşan bir motor sesiydi. Ama etrafta ne bir motosiklet, ne de bir araba gözüküyordu! Üstelik, ses yaklaştıkça, sanki gökyüzünden geliyormuş gibi gelmeye başlamıştı! Otto o sırada sevgilisinin gözlerinin içine bakıyordu, fakat bir yandan da bu sesin nereden geldiğini merak ediyordu!

Otto, sevgilisinden yiyeceği azarı göze alarak, tarihte bir ilki gerçekleştirdi o anda! Kafasını havaya kaldırdı ve sesin geldiği yöne, Michael Krause'nin tepelerinden geçen uçağına doğru baktı. 18 Kasım 1912 günü tarihte ilk kez birisi, tepelerinden uçak geçerken kafasını kaldırarak uçağa boş boş bakmış oldu!

Ama bu bakışı uzun sürmedi. Daha bir saniye bile geçmeden, Maria tarafından bir yumruk yedi sırtına. "Ben yanındayken başka kızlara bakıyorsun dimi!!" diye azara başlayan Maria, sevgilisinin o anda tarihe geçtiğini tabii ki bilmiyordu.

Otto Göppert'in bu ilk bakışları, ne olduğunu, neye baktığını bilmeyen meraklı bakışlardan ibaretti. Tamamen masumlardı. Sonuçta, o güne kadar hayatında hiç uçak görmemişti! Bu yüzden üzerinde durulmaya bile değmezdi normalde. Ama bu ilk bakışın üzerinden seneler geçtikçe, uçaklar yaygınlaştıkça, insanoğlu çok çarpıcı bir gerçeklikle karşı karşıya kaldı.

Dünyanın dört bir yanında, ne zaman tepelerinden bir uçak geçse havaya bakan insanlar ortaya çıkmaya başladı. Daha önce uçak görmüş olan, uçakla seyahat etmiş olan, hatta uçak kullanmış olan insanlarda bile bu yaşanıyordu! Bir uçağın uzaktan yaklaşmakta olan sesini işitiyorlar, o anda ne iş yapıyorlarsa tamamen bırakıyorlar ve sanki daha önce hayatlarında hiç uçak görmemişler gibi bakışlarını havaya dikerek uçağın geçişini boş bakışlarla izliyorlardı!

Bu refleksin neden ortaya çıktığı ve mekanizması günümüzde hala gizemini koruyor. Ama yine de, nedeni bilinmese bile bu refleksin hipnotik etkisinden günümüzde bir çok yerde faydalanılmakta. Önce, savaş filmlerine konulan uçak sahnelerinden sonra, bu tür filmlerde gişe hasılatında gözle görülür bir artış saptandı. Ardından uçak kaçırma filmleri peş peşe gelmeye başladı. Ama bu refleks günümüzde en çok anneler tarafından kullanılmakta. Yemek yemeyi reddeden çocuklarına yemek dolu kaşığı uçak gibi gösterip "Bak uçak geliyor uçak geliyor hooooppp" şeklinde hipnotik etkiyle yemek yedirerek, günümüzde büyük bir sorun haline gelmiş olan obezitenin ortaya çıkmasına ön ayak oldular.
FriendFeed ile Paylaş

Televizyonda Spikerin Arkasından El Sallayan Adam

15 Kasım 1948: Amerika Birleşik Devletleri'nin Utah eyaletinde küçük ve şirin bir kasabada yaşamakta olan William Ware, ailesini geçindirmek için her yıl sonbahar mevsiminde mevsimlik işçi olarak New York'a giderdi. Sonbahar, bu şehrin en güzel olduğu mevsimlerden birisi olduğu için, turistlerin akınına uğrardı ve William da bu vakitlerde elinde akustik gitarıyla sokaklarda hem çalıp hem söyleyerek turistlerden para toplardı. Kalabalık caddelerde kaldırım kenarına oturur, gitarını eline alır, kılıfını önüne açar(ve insanlar, başkaları da para atmış diye düşünsün de onlar da atsın diye kendi biriktirdiği bozukluklardan bir kısmını da içine atar) ve başlardı çalmaya. Bir yandan yapraklar dökülürken, bir yanda bu güzel şehirde aşk yaşamaya gelen sevgililer, ve en güzel aşk şarkılarını o yanık sesiyle okuyan William...

İşte yine 1948 yılının sonbaharında evinden ayrılarak gurbet yollarına düşmüştü William. Kasım ayı gelmiş, ailesini çok özlemişti. Ama kasım ayı, en çok iş yaptığı aydı, bu zamanda eve dönmek olmazdı. Bu yüzden bir süre daha her akşam ceketinin iç cebinden çıkarttığı o fotoğrafa bakarak hasret gidermeye çalışacaktı. Eşi Sarah'nın, küçük veletleri Tommy ve Billy'nin olduğu bir aile fotoğrafı. William bir şekilde hasrete dayanıyordu, ama kim bilir ailesi onu ne kadar özlemişti, onsuz napıyorlardı acaba? İyi olup olmadığı konusunda meraktan ölüyorlardır..

Bunları düşünerek New York sokaklarında yürüyorken, caddenin karşı tarafında iki insan dikkatini çekti. Bir tanesinin omzunda büyük bir kamera, ötekinin ise elinde bir mikrofon vardı. Mikrofonu tutan, kameranın önünde bir şeyler konuşuyordu. Televizyoncular! Ne hakkında yayın yaptıklarını merak ederek, karşı kaldırıma geçti. Belediye Başkanı'nın açılışını yapacağı yeni alışveriş merkezi hakkında canlı bağlantı yapıyorlardı. Belediye Başkanı 10 dakikaya kadar orada olacaktı.

Önemsiz bir şeymiş diyerek oradan ayrılıp yoluna devam etmeye karar verdi William. Ama tam bir adım atmıştı ki, aklına çılgın bir düşünce geldi! Ve bu çılgın düşünce, daha fazla uzaklaşmasını engelledi. Yapmalı mıydı, yapmamalı mıydı?... Yapmaya karar verdi!

10 dakika sonra New York Belediye Başkanı arabasıyla geldi. Habercileri görünce, kameraya doğru gitti ve spikerle kısa bir röportaja başladılar. Yeni açılacak olan bu alışveriş merkezinin, New York'un bir simgesi haline geleceğinden, vatandaşların bir çok ihtiyacını karşılayacağından, turistlerin yapacağı harcamalar sayesinde ülke ekonomisine katkıda bulunacağından, mimarisinin şehre başka bir hava katacağından...

Derken, televizyonları başındaki bütün Amerikan halkını şoke eden bir olay yaşandı! O kadar büyük bir olaydı ki, New York şehri için bu kadar önemli olan alışveriş merkezi haberini bile gölgede bırakacak cinstendi!

Belediye Başkanı ve spiker konuşurlarken, arkalarında bir adam belirdi. Adam önce gayet kayıtsız bir şekilde önce kameraya bakıyor, sonra Belediye Başkanı ve spikerin konuşmalarını dinliyor, başını onaylar gibi sallıyor, sonra tekrar kameraya bakıyordu. Gayet ciddi bir yüz ifadesi takınmıştı, ama arada sırada kendisini tutamayarak sırıtıyordu da.

O sırada evde televizyon seyreden Sarah, Amerika'daki bütün insanlardan daha fazla şok olmuştu! Ekrandaki bu ilginç adam, William'ın ta kendisiydi!

Ama William bu kadarıyla yetinmedi. Daha sonra tarihe geçecek, ve bütün insanlığın imrenerek seyredeceği o harika hareketini yaptı!

Tarihte bugün ilk kez bir insan, televizyonda spikerin arkasından kameraya el salladı!

İşin en ilginç tarafıysa, spiker ve Belediye Başkanı bütün bu olanların farkında olmasına rağmen, hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalışmalarıydı! William'ı fark etmişlerdi, ama sanki o orada yokmuş, sanki o kameraya el sallamıyormuş gibi röportajlarına devam etmeye çalışıyorlardı.

William'ın bunu yaparkenki tek amacı, ailesinin o programı izlediğini umut edip onlara kendisinin iyi olduğunu göstermekti! Ki bunda da başarılı oldu, Sarah hemen çocuklarını çağırarak televizyondaki babalarını gösterdi onlara. Böylece içleri bir süre de olsa rahat etmiş oldu.

Ama William'ın bu hareketi, daha sonra çeşitli insanlar tarafından çok farklı şekillerde yorumlandı. Bir kısım insan, William'ın izinden giderek gurbet ellerde ailelerinin içini rahatlatmak için kullandı. Bir kısım insan ise, sırf televizyona çıkma arzularını biraz olsun dindirebilmek için. Kim ne için yaparsa yapsın, kesin olan bir şey vardı ki, o da William'ın el sallayarak milyonlarca insana ilham kaynağı olmuş olmasıydı. William'dan sonra milyonlarca insan, ne zaman bir kamera görseler, pis pis sırıtarak el sallamaya başladılar! Cep telefonlarının icat olmasıyla beraber, bir de tanıdıklarını arayarak ilgili kanalı açmalarını söyleyenler de türedi.

William sayesinde, televizyonun sadece ciddi yayın yapmasının doğru olmadığı, aynı zamanda eğlenceli yayınların da yapılabileceği kanıtlanmış oldu. Böylece William, televizyon endüstrisine yepyeni bir soluk getirmeyi başararak, onu bir üst kademeye taşımayı tek başına başardı! Günümüzde ne zaman birisinin spikerin arkasından kameraya el salladığını görsek, bunun aynı zamanda William'a bir saygı niteliğinde olduğunu da biliyoruz artık.
FriendFeed ile Paylaş

Bir Hoca Öğrencisine Taktı

14 Kasım M.Ö. 375: Antik Yunan'da Knidos'ta açılan ilk tıp okuluna rakip olarak açılan Kos Adası tıp okulunda aralarında Hipokrat'ın da bulunduğu tarihin ünlü doktorları yetişiyordu. Yetişmiş ünlü doktorlardan bir tanesi de, Ord. Prof. Dr. Perineus'tu. Perineus, zamanının en büyük dahilerinden bir tanesiydi. Bir yandan gelen hastalara şifa verirken, bir yandan da doktor olabilmek için didinen tıp öğrencileriyle ilgilenirdi. Genç öğrencilerine yeni şeyler öğretmek, onun için paha biçilemez bir değere sahipti. Bu yüzden de, öğrencileri arasında en sevilen hocaların başında geliyordu. (Hipokrat'ı ise, zor sorduğu için pek sevmiyorlardı).

Ord. Prof. Dr. Perineus'un 15 kişilik özel bir öğrenci grubu vardı. Kliniklere onlarla iner, uzun yıllar sonucu edindiği bilgi birikimini ve tecrübelerini onlara aktarırdı. Bu 15 kişi arasında, Honorus isminde, Thracia'lı bir öğrenci de bulunmaktaydı. Son sınıftaydı ve okulu bitirip hekim olmasına çok az kalmıştı. Dersleri çok iyiydi. Ama biraz hiperaktiflik sorunu olduğu için, olup olmadık yerlerde her şeye atlıyor, çok göze batıyordu. Prof. Perineus, ilim sahibi sabırlı bir insandı. Honorus'un her şeye atlamasını hoş karşılamıyordu, ama bunu onun gençliğine vererek sabrediyordu. Sonuçta dersleri gerçekten iyiydi, ve aslında kimseye zararı da dokunmuyordu. Ama yine de şu her şeye atlama huyu yok muydu...

Derken, güz yarıyılı vize dönemi gelip çattı. Sınavları, sözlü şeklinde oluyordu. Hocaları her öğrenciyi tek tek alıyor ve sorular sorarak ona göre notlarını veriyorlardı. Honorus, kredisi fazla olan iç hastalıklarına deli gibi çalışmıştı. Kredisi yüksek olduğu için bundan iyi bir not alıp, ortalamasını yüksek tutmak istiyordu.

Sınav günü geldi. Bütün öğrenciler, içinde hocalardan oluşan bir kurulun bulunduğu odanın kapısı önünde dikilmeye başladılar. Herkes çok heyecanlıydı. Bir kısmı ellerinde kız notlarıyla son tekrarlarını yapıyor, kimisi sabahladığı için uyukluyor, kimisi "Hiç çalışmadım abi ya, kesin kalıcam" diyordu. Honorus ise, çok iyi çalışmış olmanın verdiği güvenle çok rahattı. Bu yüzden gidip arkadaşlarına sataşıyor, onlarla uğraşıyordu.

İşte bu şekilde arkadaşlarıyla uğraşırken, sesinin içeriden duyulduğunu bilmiyordu. İçeride bulunan Prof. Perineus, öğrencisi Honorus'un sesini hemen ayırt etmişti. Ve en sonunda, Honorus'un yaptığı bu küstahlıklara gösterdiği sabrı birdenbire taşıverdi! Gayet profesyonel ve objektif davranan Perineus gitmiş, bambaşka birisi yerine gelivermişti sanki!

Öğrenciler teker teker odaya girdiler, çıktılar. Sıra Honorus'a geldi, gayet rahat tavırlarla içeri girdi. Ne yazık ki o sırada başına gelecekleri henüz bilmiyordu...

Hocalar teker teker soruları sormaya başladılar, hepsine çatır çatır doğru cevap verdi. Ama en önemli sınav, kendi hocası olduğu için Ord. Prof. Dr. Perineus'un sınavıydı. En son, sıra Prof. Perineus'a geldi.

Ve o anda tarihte bir ilk yaşandı: İlk kez bir hoca, öğrencisine taktı!

Prof. Perineus, Honorus'a ardı ardına kazık soruları sormaya başladı. Honorus doğru cevap verdikçe çıldırdı, daha zor sormaya başladı. İşlemedikleri konulardan sorular sormaya başladı. "Hocam ama o konuları daha işlemedik" diyen Honorus'a, "Tıp bir bütündür! Karşına hasta geldiğinde biz o konuyu işlemedik mi diyeceksin?" diyerek laf koydu. Ve böylece Honorus'u yavaş yavaş çökertti.

Sorular bittiğinde, Honorus tam sınırdaydı. Daha önceki hocalardan gayet iyi notlar almıştı. Ama Prof. Perineus'un vereceği not, kalıp kalmayacağında çok önemliydi. Yaşananları, diğer hocalar da şaşkınlıkla izliyorlardı. Arada yavaşça Prof. Perineus'a eğilerek "Aman hocam, çocuğun üstüne bu kadar gitmeyin, bakın biliyor hepsini" diyorlardı ama Prof. Perineus bir kere takmıştı kafayı!

Prof. Perineus notunu açıkladığında, Honorus şaşkına döndü. Kalmıştı! O kadar çalışmış olmasına rağmen, kalmıştı! Bunu ailesine nasıl açıklayacaktı?

Ailesine, "Hoca bana taktı, o yüzden kaldım!" dediğinde, tarihte bu bahaneyi kullanan ilk öğrenci olduğunu tabii ki de bilmiyordu.

Bu olaydan sonra, ne zaman bir öğrenci sınıfta kalsa, aynı bahaneyi kullanmaya başladı: "Hoca bana taktı ya, ondan kaldım!". Honorus, kendisinden sonra gelen nesiller için tutunacak harika bir dal parçası bırakmıştı ve bu yüzden yüzyıllar boyunca öğrenci kesimi tarafından hep minnettarlıkla anıldı.

(Resim, http://forum.shiftdelete.net/komik-resim/156777-antik-yunan-tanrisi-artizos-neararos-bazardaos.html adresinden alıntıdır.)
FriendFeed ile Paylaş

Zeki Olduğu Halde Çalışmadı

5 Kasım 1970: Uganda'nın sınır köylerinden birinde 1958 yılında dünyaya gelen Majid Mulindwa, daha sonra 2 yaşındayken ailesiyle başkent Kampala'ya taşınmış ve geri kalan hayatını orada geçirmişti. 1970 senesinde, Uganda'nın en prestijli liselerinden birisinde son sınıftaydı. Kısaltması ŞMPYNGS olan üniversiteye giriş sınavına hazırlanıyordu. Okulunun en parlak öğrencilerinden birisi olan Majid, bütün öğretmenleri tarafından çok seviliyor ve sayılıyordu. Derslerinde çok başarılıydı, en sevdiği ders Matematik'ti.

Gittiği okul, sadece zeka seviyesi belli bir düzeyin üstünde olan öğrencileri kabul ediyordu. Bir nevi dahiler okuluydu. Majid için de, geleceğin Einstein'ı deniliyordu. Katıldığı fizik ve matematik olimpiyatlarında sürekli dereceler elde ediyordu. Karnesindeki bütün notları 5'ti.

Ama 1970 senesinin, onun için hiç de iyi bir yıl olmayacağını henüz bilmiyordu. 5 Kasım sabahı uyandığında, boğazında hafif bir ekşime, kuru bir öksürük ve üstünde yoğun bir halsizlik vardı. Yataktan kalkmaya çalıştı, yapamadı. Çok kötü hasta olmuştu!

Bütün gününü yatakta geçirdi, annesi bir sürü nane-limon kaynattı, meyveler yedirdi. Bu şekilde yatağında yatarken, aslında tarihi bir olaya imza attığının farkında değildi tabii ki. Saatler gece 12'yi vurduğunda, Majid tarihe geçmişti!

Böylece tarihte bugün ilk kez birisi zeki olduğu halde çalışmadı!

Annesinin yoğun ilgisi ve bütün gün yatakta pinekleyip radyo dinlemek o kadar iyi gelmişti ki, bütün gün hiç ders çalışmadığının farkına bile varmamıştı Majid!

Daha sonra önce Majid'in diğer dahi arkadaşları arasında yayıldı bu çalışmama hastalığı. Ardından komşu okuldaki öğrenciler arasında. Derken zeki olduğu halde çalışmayan insanların sayısı gitgide arttı, bütün dünyada kalabalıklaştılar.

O gün yaşadığı o tatlı deneyim, Majid'in hayatında çok şeyi değiştirdi! Kendisini ne kadar zorladıysa da, bir türlü ders çalışmaya konsantre olamaz oldu. Ve bir süre sonra da ders çalışmayı komple bıraktı, haytalığa verdi kendini. ŞMPYNGS'ye girdi, barajı bile aşamadı! 4 sene tekrar tekrar denedi şansını, ama yine de hiç bir yere yerleşemedi.

Bunun üzerine, oturduğu mahallede küçük bir bakkal dükkanı açarak ticarete atıldı. İşleri hiçbir zaman büyütemedi, hep o küçük bakkal dükkanında kasa başında bekledi durdu. Arada sırada bira almaya gelen üniversite öğrencileriyle muhabbete girer, "Okuyun gençler, okuyun. Ben de sizin gibi zekiydim ama çalışmıyordum. Çalışsam, şimdi belki başka yerlerde olacaktım. ama çalışmadım işte. Okuyun gençler, okuyun.." derdi onlara. Üniversite öğrencileri ise "Tabi abicim, tabi öyledir" diyerek ona inanmazlardı. Oysa ki bilmezlerdi aslında gerçekten de zeki olduğunu, ama çalışmadığını!

Günümüzde yapılan anketlere göre bugün dünyada yaklaşık 200 milyon insan, zeki olduğu halde çalışmıyor veya hayatının bir bölümünde çalışmamış!
FriendFeed ile Paylaş

Bir Arkadaşa Bakıp Çıktı

27 Ekim 1986: 80li yıllar, bir çok farklı şeyle anıldı hep. Ama en çok da, o ilginç kıyafetler, diskolar, eğlenceli disko müzikleri ve o eğlenceli müziklerde edilen garip danslar akılda kaldı. 86 yılı da, tüm ihtişamıyla 80lere yaraşır bir şekilde devam ediyordu.

Yılmaz Yorgancı 23 yaşında bir üniversite öğrencisiydi. Aslen Adanalı'ydı, ama İstanbul'da okuyordu. 3 yıllık sevgilisi Aydan ile ayrılalı henüz 2 ay olmuştu ve hala büyük bir bunalımdaydı. Oysa ki eskiden böyle miydi Yılmaz? Her gece ayrı bir diskoda çılgıncasına eğlenirlerdi hep arkadaşlarıyla. Bir gece o diskoda, ertesi gece öteki diskodaydılar. Bu alemde tanınıyorlardı artık.

Ama Aydan'la ayrıldıktan sonra, bir süre kendine gelemedi Yılmaz. Eski ihtişamlı günlerinden eser kalmamıştı. Kankaları Atilla ve İbrahim bu durumdan hiç memnun değildiler. Yılmaz'ı eski günlerine döndürmek istiyorlardı. Böylece yine eskisi gibi çılgınca eğlenebilirler, bir sürü kız tavlayabilirlerdi! Ne kadar dil döktülerse de, Yılmaz'ın canı hiçbir şey yapmak istemiyordu. Tek yapmak istediği evde robdöşambrı ile boş boş oturup viskisini içmekti.

En sonunda Atilla ile İbrahim'in aklına cin gibi bir fikir geldi. Yılmaz'a, Aydan'ın yeni bir sevgili bulduğu ve her gece başka bir diskoda çılgınlar gibi eğlendikleri yalanını söylediler. Bunu duyan Yılmaz, resmen deliye döndü. Ayrılalı henüz sadece 2 ay olmuş, ama o Aydan denilen galtak çoktan başkalarıyla fingirdeşmeye başlamıştı öyle mi? Heeeeyyyyytttt ulaaaannnn, Matkap Yılmaz geri döndü ahaliiiii!!!!

Yılmaz'ın böyle gaza gelmesine sevinen Atilla ile İbrahim, o gece en sevdikleri mekan olan Canısı Disko'da buluşmak üzere söz aldılar Yılmaz'dan.

Dolabından, daha önce ahalide kimsenin giymeye cesaret edemediği en uçuk kıyafetleri seçen Yılmaz, o gece bir sürü kızla eğlenmeye and içti. Eski Yılmaz'ın geri döndüğünü bütün ahaliye duyurmalıydı!

Akşam olduğunda arabasına atlayarak doğru Canısı Disko'ya gitti. Mekanın dışından bile o inanılmaz müzikler duyuluyordu. Yılmaz tam moduna girmişti. Ağzında sakızıyla mekanın kapısına gelince, kapıdaki iriyarı görevliler tarafından durduruldu Yılmaz. "Hey dostum naber? Matkap Yılmaz geri döndü anlıyor musun beni? Müzikler feci değil mi?" diyerek içeri girmeye yeltendi. Sonuçta buraların devamlı müşterisiydi değil mi? Onu tanıyorlardı, içeri almaları gerekirdi. Ama görevliler yine durdurdular Yılmaz'ı, "Damsız almıyoruz kardeşim!".

O anda başından aşağı kaynar sular dökülür gibi oldu Yılmaz'ın. Damsız almadıklarını biliyordu, ama bunca sene hep Aydan'la birlikte girdikleri için hiç sorun olmamıştı. Ve onu tanıdıkları için bu sefer de sorun olmayacağını düşünmüştü. Oysa ki şimdi, galtak Aydan kesin bu gece herhangi bir diskodaydı ve başka bir herifle dans etmekteydi, ama o bir diskoya bile giremiyordu! Amerikalıların dediği gibi, "Loser" mı olmuştu? Diye düşünürken, aklına daha önce denenmemiş bir fikir geldi!

Görevliye dönerek "Hey dostum, bir arkadaşa bakıp çıkıcam sadece" dedi! Görevli nasıl olduysa ona inanarak "Tamam dostum, ama çabuk ol!" dedi ve ona izin verdi!

Böylece tarihte ilk kez bir erkek bir gece kulübünün önünde "Bir arkadaşa bakıp çıkıcam" dedi! Ve yine tarihte ilk, ama bu sefer son kez bir erkek bir gece kulübüne "Bir arkadaşa bakıp çıkıcam" diyerek girmeyi başardı!

Diskonun önünde aç kurtlar gibi beklemekte olan ve içeri girmeyi bir türlü başaramayan bir grup abaza, Yılmaz'ın bu şekilde içeri girebildiğini görünce, onu resmen idolleri olarak benimsediler! Senelerdir ne yaptılar ne ettilerse, bir diskoya girmeyi bir türlü başaramamışlardı! Oysa ki bu genç adam, hiçbir şey yapmadan, sadece bir cümleyle içeri girmeyi başarmıştı! Ne yüce bir kişilikti!

Ve hemen bu grup da aynı taktikle içeri girmeye çalışarak kapıya yığıldılar! "Bir arkadaşa bakıp çıkıcaz!" diyordu hepsi! O anda da, kapıdaki görevli ne büyük bir hata yapmış olduğunu anladı! O kadar senelik çalışma hayatında, hiçbir abazayı içeri almamayı başaran o görevli, basit bir cümleye kanıvermişti!

Sonuçta, o abazaların hiçbiri tabii ki diskoya alınmadı. Ama yine de bu taktiği hepsi ömürleri boyunca benimsediler. Çünkü hayatlarında ilk kez birisi, onların başaramadıklarını başarmıştı! Bu yüzden de, daha sonraki yıllarda da bu taktiği hep denemeye devam ettiler! Bu cümlenin efsanesi, bütün dünyaya yayıldı ve bu cümle dünyanın her tarafında denenmeye başladı. Ama hepsi başarısızlıkla sonuçlandı! Daha sonra ortaya çıkan Apaçi Hareketi tarafından da benimsendi, yeni nesillere aktarıldı. Yılmaz Yorgancı ismi ise, hep bir umutla anıldı!
FriendFeed ile Paylaş

Bu Aralar Yazacak Bir Şey Bulamıyorum Diyen Blog Yazarı

21 Ekim 2003: Bloglar bütün dünyada yavaş yavaş popüler olmaya başlayınca, 21. yüzyılın o asi, melankolik, duygusal ergenleri de blog dünyasını keşfettiler. Hatta bu blog olayını o kadar çok sevdiler ki, neredeyse her ergenin kendi kişisel blogu olmaya başladı. Blogları sayesinde bütün gün bunalım takılıyor, dünyanın ne kadar iğrenç bir yer olduğunu yazıp her şeye lanetler yağdırabiliyorlardı. Üstelik bu hislerini anlatırken, gerçek dünyadaki gibi insanlar onları dinlememezlik etmiyorlardı. İlginç bir şekilde hatırı sayılır bir kitle yazdıklarını okuyor, hislerine yorumlar yazıyorlardı! Bloglar sayesinde çoğu ergen ilk kez ciddiye alınıyordu!

Amy Dior, o sene liseye daha yeni başlamıştı. ABD'de Louisiana eyaletinde küçük bir kasabada ailesiyle birlikte yaşıyordu. Gothic müzik dinliyor, gothic kıyafetler giyiyor, kısacası gothic takılıyordu. Hobileri arasında müzik dinlemek, oflamak, puflamak, acı çekmek, her şeyden nefret etmek vardı.

Zaten zor olan lise hayatı, böyle bir ergenlik geçiren Amy için çok daha zorlaşıyordu. Neredeyse hiç arkadaşı yoktu, ki kim bir arkadaşa ihtiyaç duyardı ki zaten?

Böyle bir zamanda, internette boş boş gezinirken, blog denilen şeyle karşılaştı Amy. Onun yaşlarında, aynı kendisi gibi bir kız blog açmış, içinden ne geçiyorsa hepsini yazmıştı! Aşklarını, acılarını, ailesiyle kavgalarını, okulundaki gerizekalıları, onlardan ne kadar çok nefret ettiğini... Amy'nin hep anlatmak istediği şeyleri..

O gün, Amy kendisine bir blog açmaya karar verdi. Blogunun ismini de "Amy'nin Kişisel Blogu" koydu. Boş zamanlarında zaten hiç bir şey yapmayan Amy, böylece bütün gün bilgisayar başında oturup sürekli bir şeyler yazmaya başladı. Karanlık geceler, yalnızlık, acı, nefret, göz yaşı, ağlamak.. Arada sırada da bunlarla ilgili hiç bir edebi değer taşımayan ucuz şiirimsiler de yazıyordu. Tek amacı, içindekileri dışarı atmaktı, rahatlamaktı!

Bu şekilde 2 ay boyunca blog yazdı Amy. Derken, bir gün yazacak hiç bir şey bulamadı! İçinde ne var ne yoksa sanki hepsini o güne kadar yazmıştı! Nefret edilecek hiç bir şey kalmamıştı, her zamanki acısından başka da bir acısı yoktu henüz. Bu durumda, ne yazacaktı ki? En iyisi birkaç gün bekleyip, yeni yazısını o zaman yazmaktı.

Aradan birkaç gün daha geçti, ama yine de yazacak hiç bir şey bulamıyordu! Blogunu takip eden insanlar, Amy'e ne zaman yeni bir yazı ekleyeceğini sorup duruyorlardı. Onları hayalkırıklığına uğratamazdı!

Ve tarihte bugün ilk kez bir blog yazarı, bloguna "Blogumu biraz ihmal ettim biliyorum, ama bu aralar yazacak bir şey bulamıyorum" yazdı!

Takipçilerinin bu şekilde bir yazı eklediği için ona çok kızacaklarını zannediyordu Amy. Ama bir mucize gerçekleşti ve düşündüğünün tam tersi oldu! Takipçisi olan diğer ergenler, "Amy, seni o kadar iyi anlıyorum ki! Bazen ben de tıkanıyorum ve bu lanet olası dünyada yazacak hiç bir şey bulamıyorum! Ne kadar iğrenç bir dünyada yaşıyoruz! Bunun için herkesten nefret ediyorum!" diye yorumlar girmeye başladılar!

O günden sonra, bloguna böyle bir yazı girmek resmen trend haline dönüştü. Yazacak hiç bir şey bulamayan bloggerlar, Amy'i kendilerine örnek alarak, "Yazacak hiç bir şey bulamadıklarını" yazmaya başladılar! Hatta bu trend o kadar popüler oldu, o kadar tuttu ki, yazacak çok şeyi olup da yazıları okunmayan bloggerlar bile bilerek "Bu aralar yazacak bir şey bulamıyorum" yazmaya başladılar, bu sayede bloglarına bir sürü ziyaretçi çektiler!

Amy sayesinde, milyonlarca blog, yazılacak bir şey bulunamadığı için kapatılmaktan son anda kurtuldu! Ve bu sayede blogların sayısı git gide arttı, dünyadaki blog sayısı inanılmaz boyutlara ulaştı!
FriendFeed ile Paylaş

Kendini Squirtle Sanan Çocuk Pencereden Tükürdü

16 Ekim 1999: İlk önce Japonya'da bir gameboy oyunu olarak piyasaya çıkan Pokemon, daha sonra animesinin de çekilmesiyle bütün dünyada tam bir çılgınlık haline dönüşmüştü. Dünyanın dört bir yanından milyonlarca çocuk Pokemon izliyor, oyunlarını oynuyor, adeta Pokemon için deli oluyorlardı.

Başkent Tokyo'da yaşamakta olan 4 yaşındaki Miyagi Wakabayashi de tam bir Pokemon manyağıydı. Sabah saat 10'da olan yeni bölümü izler, üstüne öğleden sonra 4'teki tekrarını da hiç kaçırmazdı. Anime'nin kahramanı Ash'in taktığı şapkanın aynısını babasına aldırmıştı ve ne zaman çizgi filmi izlese o şapkayı da takardı.

Miyagi'nin arkadaşlarının en sevdiği pokemon genellikle Pikachu'ydu. Ama Miyagi'nin favorisi, ona göre gelmiş geçmiş en güçlü pokemon olan Squirtle'dı! Ash ne zaman Squirtle'ı seçse, Miyagi şapkasını atar, Squirtle güneş gözlüklerini takardı.

99 senesinde bugün, Miyagi'lerin evine oynamak için kankası Genzo Takashima gelmişti. Önce birlikte Pokemon'un tekrarını izlemişler, sonra da pokemonculuk oynamaya başlamışlardı. Oyunda ikisi de pokemon eğitmeniydiler ve pokemonlarını seçip savaştırıyorlardı.

Ama Miyagi, dövüşmesi için Squirtle'ı seçince, işler değişti. "Squirtle seni seçtim!" dedikten hemen sonra dizlerinin ve ellerinin üstüne çöken Miyagi, Squirtle taklidi yapmaya başladı. "Heeey, sen pokemon olamazsın! İnsansın sen, pokemon eğitmeni olabilirsin, mızıkçılık yapmak yok!" diye serzenişte bulundu Genzo. Ama Miyagi kendini rolüne o kadar kaptırmıştı ki, kendisini gerçekten de Squirtle sanıyordu!

"Squirtle'ım ben! Sen yalan söylüyorsun, kıskanıyorsun beni pokemon olduğum için! Bak sana kanıtlayacağım şimdi pokemon olduğumu!!" diyen Miyagi, Squirtle gözlüklerini takarak hızla pencereye doğru koşmaya başladı! "Squirtle, Squirtle!" sesleri çıkartıyordu bir yandan.

Ve o anda olan oldu! Gelecek yıllarda, çizgi filmlerin çocukların psikolojisini nasıl etkileyebileceğinin tartışılmasına yol açacak olan tarihi olay gerçekleşti.

Miyagi, "Squirtle, su tabancası!" diye bağırdı ve hemen ardından pencereden aşağıya sarkarak, sokaktan geçenlerin kafasına tükürmeye başladı!

Sokaktan geçen insanlar, neye uğradıklarını şaşırdılar. Aralarından çok sinirlenen bir kaç tane adam kapıya gelerek Miyagi'nin annesine Miyagi'yi şikayet etti.

O günden sonra dünyaca ünlü bir fenomen haline dönüşen Miyagi, televizyonlara çıktı, gazetelere haber konusu oldu. Tartışma programlarında yıllarca o ve çizgi filmlerin etkisi tartışıldı.

Bu kadarla da kalmayıp, dünyanın çeşitli yerlerinden Miyagi'yi taklit eden çocuklar çıktı. Ben Pikachu'yum diyerek balkondan atlayan çocuklar türedi her yerde. Ve Miyagi'nin başlattığı bu psikolojik travma, kocaman bir yeni nesli etkileyerek bütün dünyada önemli bir sorun haline geldi.
FriendFeed ile Paylaş

Kız Tavlamak İçin Araba Alan Erkek

14 Ekim 1948: Ünlü fabrikatör Müjdat Kalas'ın oğlu Çağatay Kalas o yıl 20 yaşındaydı. Makine mühendisliğinde okuyordu ve 20 yıllık bekardı. Babasının parası olmasına rağmen, oğluna çok koklatmazdı, bu yüzden de gayet mütevazi sıradan bir hayatı vardı.

Biraz çekingen bir kişiliği olduğu için, kızlarla arası pek iyi değildi. Bunun sebebini de, ilkokul 1. sınıfta okuma bayramında şiirini okurken, sınıf arkadaşı Melike'nin herkesin ortasında "Çağatay Özge'yi seviyoooorrrr" diye bağırmasına bağlardı.

Üniversitede bir gün 2 kızın konuşmasına kulak misafiri oldu Çağatay. Konu, ilginç bir şekilde arabalardı! Fakültedeki arabası olan erkeklerin hepsinin arabalarını tek tek ezbere biliyordu kızlar! Ve araba muhabbetinden sonra da o erkeğin ne kadar yakışıklı, çekici, akıllı, zevik ve çeki olduğundan bahsediyorlardı.

Çağatay, muhabbete konu olan araba modellerini ve bu arabaların sahibi olan erkekleri tek tek not etti aklının bir köşesine. Ve sonra bilimsel bir araştırmaya girişti kendi çapında. Mühendislik zekasıyla, bir sürü veriyi çarptı, böldü. Bir sürü bilgiyi formülize etti. Uğraştı, didindi.. Önemli bir şeylerin peşinde olduğunu hissediyordu ve buna inancı sayesinde ne zaman bir umutsuzluğa kapılıp her şeyi bırakıp gitme isteği oluşsa içinde, yılmadan devam etti araştırmasına...

Çağatay Kalas, 14 Ekim 1948 sabahı güneşin ilk ışıklarıyla birlikte tarihe geçecek o büyük buluşunu tamamladı. Bilim tarihine "Kız Kaldırma Kuvveti" olarak geçecek büyük formülü buldu!

Formülü kısaca açıklamak gerekirse; tavlamak istenilen kızın modeli yükseldikçe, satın alınması gereken arabanın modeli de doğru orantılı olarak yükseliyordu! Yani kız tavlamak için, araba almak gerekiyordu!

Sabahın köründe koşa koşa yurdundan çıkan Çağatay, doğruca babasının fabrikasına giderek, babasından araba almak için para istedi. Babası önce o kadar yüklü parayı vermek istemedi, ama oğlu durumun vahimliğini açıklayınca, ikisi birlikte kendilerini lüks bir araba galerisinde buldular!

Ve tarihte bugün ilk defa bir erkek, kız tavlamak için bir araba satın aldı!

Bulduğu formülü test etmek için, arabasıyla işletme fakültesinin yolunu tuttu. Ve o anda inanılmaz bir şey gerçekleşti! İşletme fakültesinin kampüs kapısından arabasıyla girdiği anda, güzel bir kız arabanın önüne atlayarak arabayı durdurdu! İçinde kim olduğuna bakmadan, şoför yanındaki ön koltuğun kapısını açarak arabaya atladı.

Ve yine tarihte bugün ilk kez bir kız, başka bir özelliğine bakmaksızın sırf arabası olduğu için bir erkekle çıkmaya başladı!

Çağatay o gün hem bilim dünyasında büyük yankı uyandıracak bir formül, hem de güzel bir kız arkadaş bulmuştu. Böylece kendisinden sonra gelen erkeklere büyük bir miras bırakmış oldu. Milyonlarca erkek bu formülü uygulayarak başarıya ulaştılar.

Ancak seneler sonra, formülün gerçeği tam olarak yansıtmadığı ortaya çıktı. Dünyanın bazı bölgelerinden, araba sahibi olup da kız arkadaş edinemeyen erkeklerin bilgileri gelmeye başladı. Teknolojinin gelişmesiyle, formülün küçük bir açığının olduğu; bütün kızlar için değil, sadece belli bir kısım kızlar için geçerli olduğu bilimsel olarak kanıtlandı ve formül düzeltildi.

Yine de Çağatay Kalas, uzun yıllar boyunca kendisini hatırlatıp onu ölümsüz yapacak bir esere imzasını atmış oldu.
FriendFeed ile Paylaş

Yatınca Uykusu Geldi

9 Ekim 1993: 93 senesinin 9 ekim gününün ilk saatlerinde, 15 yaşındaki Firdevs Kılınç hala televizyon başındaydı. Sabah erkenden kalkıp 8.30'daki sınavına yetişmesi gerekiyordu ve saat gece 12'yi çoktan geçmişti. Ama Firdevs'in uykusu bir türlü gelmiyordu.

Annesiyle babası çoktan yatmışlardı, ama televizyonun sesinden dolayı onlar da uyuyamıyorlardı. Babası ertesi gün erkenden işe gidecekti, bu yüzden uyuması gerekiyordu. En sonunda sinirlenerek, televizyonu kapattırıp Firdevs'i yatırması için eşi Suzan Hanım'ı oturma odasına gönderdi.

Oturma odasına gittiğinde, Firdevs boş boş kanallarda geziniyordu. Doğru düzgün izlediği bir şey de yoktu aslında. Annesi "Kızım git yat artık saat kaç oldu, yarın erken kalkıcaksın bak!" dediğinde bir ofladı, "Uykum yok anne ya, rahat bırakın beni!!!" diye ergence isyan etti.

Zaten yatağından kalktığı için sinirli olan Suzan Hanım, hızla televizyona giderek birden kapatma düğmesine bastı ve "Yatınca gelir uykun!!!" diye Firdevs'i zorla yatağına gönderdi.

Ergenliğin getirdiği inatçılıkla, sırf annesine bu davranışından dolayı kızdığı için o gece hiç uyumamaya karar verdi Firdevs! Böylece annesine gerekli dersi vereceğini düşünüyordu! Bütün gece yatağında yatacak ve hiç uyumayacaktı.

Ama planları istediği gibi gitmedi ve tarihe geçecek olan o olay gerçekleşti! Tarihte ilk kez uykusu olmayan birisi yatağına yatınca uykusu geldi!

O güne dek milyonlarca anne bu teorinin gerçek olduğunu savunmuş, ama o güne dek de uygulayıp gerçekliğini kanıtlayan çıkmamıştı! İşte 93 senesinde bugün, Firdevs Kılınç bu iş için adeta istemeden gönüllü olmuş ve bilim dünyasındaki bir başka teorinin doğruluğunu kanıtlayarak bilim tarihine adını altın harflerle yazdırmıştı! Yatınca insanın uykusu gerçekten de geliyordu!

O günden sonra uyku haplarının satışlarında inanılmaz düşüşler görüldü. Saf kızları ağlarına düşürmek isteyen hain erkekler ve bilimsel gelişmeleri gavur icadı sayıp teorilerin kanunlara dönüşmesini bir türlü kabullenemeyen bir kısım muhafazakar kesim dışında, bu hapları kullanan kimse kalmadı. Artık insanlar, uyumak zorunda olduklarında sadece yataklarına gidip yatmaya başladılar!

Firdevs Kılınç sayesinde, evrenin bilinmeyen bir sırrı daha keşfedilmiş oldu! Tıp camiasında bir türlü doğal bir çözüm bulunamayan şehir yaşamının getirdiği uykusuzluk sorununa, ilaçsız bir çözüm bulunmuş oldu!
FriendFeed ile Paylaş

Konserde Cep Telefonunu Salladı

6 Ekim 2006: Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi heavy arabesk gruplarından sayılan efsanevi AQ Brothers grubu, 2006 senesinin eylül ayında "Tweet" isimli yeni albümlerini çıkarmış ve hemen ardından da albüm tanıtımı için dünya turnesine çıkmışlardı. Amerika Birleşik Devletleri'nde bir kaç şehir gezdikten sonra, 6 ekimdeki durakları Meksika'nın New Mexico şehriydi.

Büyük bir stadyum konseri verecek olan grup, daha çok yeni albümünden şarkılara yer vereceği konserde "I Book Your Face", "Global Blogal", "PES, I Love You" gibi klasikleşmiş şarkılarını da çalacaktı. Konser için tam 55 bin bilet satılmıştı.

AQ Brothers grubu, 15 dakikalık bir gecikmeyle saat 22.15'te sahneye çıktı. Çıkmasıyla birlikte resmen bütün stadyum yıkıldı. 5 adet hareketli şarkı söyledikten sonra, gelmiş geçmiş en güzel aşk şarkılarından birisi olan "Ungrateful Cat(Nankör Kedi)"'e giriş yaptılar.

Şarkının başlamasıyla birlikte bütün stadyumda genç kızların içten gelen çığlıkları duyuldu. Genç delikanlılar ceplerinden çakmaklarını çıkartarak havaya kaldırdılar ve yakarak havada yavaşça bir sağa bir sola sallamaya başladılar.

O sırada New Mexico'da tatilde olan ve konsere sevgilisiyle gelmiş olan Emre Işıkçı, sigara içmiyordu. Ama Ungrateful Cat çalmaya başlayınca, adrenalin seviyesi en üst düzeye fırladı. O da stadyumdaki herkes gibi yerinde duramıyordu. Bu şarkı, sevgilisi Gülin ile onların şarkısıydı! Çakmaklarını havaya kaldırıp yakanları görünce, onun da içinden aynısını yapmak geldi. Ama çakmağı yoktu ki! Yanındaki insanlardan çakmak bulana kadar şarkı biterdi!

İşte o anda, tarihe geçecek bir hareket yaptı Emre! Elini, pantolonunun sağ arka cebine atıp cep telefonunu çıkardı. Tuş kilidini açtı ve ekranı sahneye dönük olacak şekilde telefonu yukarı kaldırarak yavaşça sağa sola sallamaya başladı! Sanki elindeki bir çakmakmış gibi! Bir yandan sevgilisine sımsıkı sarılıyor, bir yandan da telefonunu havada yavaşça sallıyordu.

O anda stadyumda bulunan insanlar, Emre'nin yaptığı bu hareketi gördüler. Ve bir süre sonra, tribünlerdeki dinleyicilerin arasından başka bir cep telefonu havaya yükseldi! 5 saniye sonra karşı tribünlerden 2 telefon daha yükseldi. Saha içinden de teker teker telefonlar yükselmeye başladı. Derken, stadyumda yüzlerce cep telefonu havaya kalkmış bir şekilde şarkıya eşlik etmeye başladılar.

Şarkı bittiğinde, grubun zincirli üyelerinden olan birinci solisti John Kahn, "Kardeşlerim, müthişsiniz. Hepinizi çok seviyoruz! Sıradaki şarkımız "Gillette is my fusion" bu müthiş gösteriyi başlatan kardeşimize gelsin!" diyerek Emre'nin karizmasını göklere çıkarmıştır.

O konserden sonra hiç bir konser eskisi gibi olmadı. Ne zaman slow bir şarkı söylense, cep telefonları havaya kalkarak anlamsız bir şekilde sallanmaya başlandı. Ama bu anlamsız hareket, anlaşılamayan bir şekilde bütün seyircinin mest olarak kendinden geçmesine sebep oldu. Ve bu yüzden de Emre Işıkçı tarihteki yerini alarak, her slow şarkıda adı bir kez daha yad edildi. Eğer bugün konserlerdeki slow şarkılardan bu kadar çok haz alıyorsak, kuşkusuz bunu Emre Işıkçı'ya borçluyuz.
FriendFeed ile Paylaş