Bir Arkadaşa Bakıp Çıktı

27 Ekim 1986: 80li yıllar, bir çok farklı şeyle anıldı hep. Ama en çok da, o ilginç kıyafetler, diskolar, eğlenceli disko müzikleri ve o eğlenceli müziklerde edilen garip danslar akılda kaldı. 86 yılı da, tüm ihtişamıyla 80lere yaraşır bir şekilde devam ediyordu.

Yılmaz Yorgancı 23 yaşında bir üniversite öğrencisiydi. Aslen Adanalı'ydı, ama İstanbul'da okuyordu. 3 yıllık sevgilisi Aydan ile ayrılalı henüz 2 ay olmuştu ve hala büyük bir bunalımdaydı. Oysa ki eskiden böyle miydi Yılmaz? Her gece ayrı bir diskoda çılgıncasına eğlenirlerdi hep arkadaşlarıyla. Bir gece o diskoda, ertesi gece öteki diskodaydılar. Bu alemde tanınıyorlardı artık.

Ama Aydan'la ayrıldıktan sonra, bir süre kendine gelemedi Yılmaz. Eski ihtişamlı günlerinden eser kalmamıştı. Kankaları Atilla ve İbrahim bu durumdan hiç memnun değildiler. Yılmaz'ı eski günlerine döndürmek istiyorlardı. Böylece yine eskisi gibi çılgınca eğlenebilirler, bir sürü kız tavlayabilirlerdi! Ne kadar dil döktülerse de, Yılmaz'ın canı hiçbir şey yapmak istemiyordu. Tek yapmak istediği evde robdöşambrı ile boş boş oturup viskisini içmekti.

En sonunda Atilla ile İbrahim'in aklına cin gibi bir fikir geldi. Yılmaz'a, Aydan'ın yeni bir sevgili bulduğu ve her gece başka bir diskoda çılgınlar gibi eğlendikleri yalanını söylediler. Bunu duyan Yılmaz, resmen deliye döndü. Ayrılalı henüz sadece 2 ay olmuş, ama o Aydan denilen galtak çoktan başkalarıyla fingirdeşmeye başlamıştı öyle mi? Heeeeyyyyytttt ulaaaannnn, Matkap Yılmaz geri döndü ahaliiiii!!!!

Yılmaz'ın böyle gaza gelmesine sevinen Atilla ile İbrahim, o gece en sevdikleri mekan olan Canısı Disko'da buluşmak üzere söz aldılar Yılmaz'dan.

Dolabından, daha önce ahalide kimsenin giymeye cesaret edemediği en uçuk kıyafetleri seçen Yılmaz, o gece bir sürü kızla eğlenmeye and içti. Eski Yılmaz'ın geri döndüğünü bütün ahaliye duyurmalıydı!

Akşam olduğunda arabasına atlayarak doğru Canısı Disko'ya gitti. Mekanın dışından bile o inanılmaz müzikler duyuluyordu. Yılmaz tam moduna girmişti. Ağzında sakızıyla mekanın kapısına gelince, kapıdaki iriyarı görevliler tarafından durduruldu Yılmaz. "Hey dostum naber? Matkap Yılmaz geri döndü anlıyor musun beni? Müzikler feci değil mi?" diyerek içeri girmeye yeltendi. Sonuçta buraların devamlı müşterisiydi değil mi? Onu tanıyorlardı, içeri almaları gerekirdi. Ama görevliler yine durdurdular Yılmaz'ı, "Damsız almıyoruz kardeşim!".

O anda başından aşağı kaynar sular dökülür gibi oldu Yılmaz'ın. Damsız almadıklarını biliyordu, ama bunca sene hep Aydan'la birlikte girdikleri için hiç sorun olmamıştı. Ve onu tanıdıkları için bu sefer de sorun olmayacağını düşünmüştü. Oysa ki şimdi, galtak Aydan kesin bu gece herhangi bir diskodaydı ve başka bir herifle dans etmekteydi, ama o bir diskoya bile giremiyordu! Amerikalıların dediği gibi, "Loser" mı olmuştu? Diye düşünürken, aklına daha önce denenmemiş bir fikir geldi!

Görevliye dönerek "Hey dostum, bir arkadaşa bakıp çıkıcam sadece" dedi! Görevli nasıl olduysa ona inanarak "Tamam dostum, ama çabuk ol!" dedi ve ona izin verdi!

Böylece tarihte ilk kez bir erkek bir gece kulübünün önünde "Bir arkadaşa bakıp çıkıcam" dedi! Ve yine tarihte ilk, ama bu sefer son kez bir erkek bir gece kulübüne "Bir arkadaşa bakıp çıkıcam" diyerek girmeyi başardı!

Diskonun önünde aç kurtlar gibi beklemekte olan ve içeri girmeyi bir türlü başaramayan bir grup abaza, Yılmaz'ın bu şekilde içeri girebildiğini görünce, onu resmen idolleri olarak benimsediler! Senelerdir ne yaptılar ne ettilerse, bir diskoya girmeyi bir türlü başaramamışlardı! Oysa ki bu genç adam, hiçbir şey yapmadan, sadece bir cümleyle içeri girmeyi başarmıştı! Ne yüce bir kişilikti!

Ve hemen bu grup da aynı taktikle içeri girmeye çalışarak kapıya yığıldılar! "Bir arkadaşa bakıp çıkıcaz!" diyordu hepsi! O anda da, kapıdaki görevli ne büyük bir hata yapmış olduğunu anladı! O kadar senelik çalışma hayatında, hiçbir abazayı içeri almamayı başaran o görevli, basit bir cümleye kanıvermişti!

Sonuçta, o abazaların hiçbiri tabii ki diskoya alınmadı. Ama yine de bu taktiği hepsi ömürleri boyunca benimsediler. Çünkü hayatlarında ilk kez birisi, onların başaramadıklarını başarmıştı! Bu yüzden de, daha sonraki yıllarda da bu taktiği hep denemeye devam ettiler! Bu cümlenin efsanesi, bütün dünyaya yayıldı ve bu cümle dünyanın her tarafında denenmeye başladı. Ama hepsi başarısızlıkla sonuçlandı! Daha sonra ortaya çıkan Apaçi Hareketi tarafından da benimsendi, yeni nesillere aktarıldı. Yılmaz Yorgancı ismi ise, hep bir umutla anıldı!
FriendFeed ile Paylaş

Bu Aralar Yazacak Bir Şey Bulamıyorum Diyen Blog Yazarı

21 Ekim 2003: Bloglar bütün dünyada yavaş yavaş popüler olmaya başlayınca, 21. yüzyılın o asi, melankolik, duygusal ergenleri de blog dünyasını keşfettiler. Hatta bu blog olayını o kadar çok sevdiler ki, neredeyse her ergenin kendi kişisel blogu olmaya başladı. Blogları sayesinde bütün gün bunalım takılıyor, dünyanın ne kadar iğrenç bir yer olduğunu yazıp her şeye lanetler yağdırabiliyorlardı. Üstelik bu hislerini anlatırken, gerçek dünyadaki gibi insanlar onları dinlememezlik etmiyorlardı. İlginç bir şekilde hatırı sayılır bir kitle yazdıklarını okuyor, hislerine yorumlar yazıyorlardı! Bloglar sayesinde çoğu ergen ilk kez ciddiye alınıyordu!

Amy Dior, o sene liseye daha yeni başlamıştı. ABD'de Louisiana eyaletinde küçük bir kasabada ailesiyle birlikte yaşıyordu. Gothic müzik dinliyor, gothic kıyafetler giyiyor, kısacası gothic takılıyordu. Hobileri arasında müzik dinlemek, oflamak, puflamak, acı çekmek, her şeyden nefret etmek vardı.

Zaten zor olan lise hayatı, böyle bir ergenlik geçiren Amy için çok daha zorlaşıyordu. Neredeyse hiç arkadaşı yoktu, ki kim bir arkadaşa ihtiyaç duyardı ki zaten?

Böyle bir zamanda, internette boş boş gezinirken, blog denilen şeyle karşılaştı Amy. Onun yaşlarında, aynı kendisi gibi bir kız blog açmış, içinden ne geçiyorsa hepsini yazmıştı! Aşklarını, acılarını, ailesiyle kavgalarını, okulundaki gerizekalıları, onlardan ne kadar çok nefret ettiğini... Amy'nin hep anlatmak istediği şeyleri..

O gün, Amy kendisine bir blog açmaya karar verdi. Blogunun ismini de "Amy'nin Kişisel Blogu" koydu. Boş zamanlarında zaten hiç bir şey yapmayan Amy, böylece bütün gün bilgisayar başında oturup sürekli bir şeyler yazmaya başladı. Karanlık geceler, yalnızlık, acı, nefret, göz yaşı, ağlamak.. Arada sırada da bunlarla ilgili hiç bir edebi değer taşımayan ucuz şiirimsiler de yazıyordu. Tek amacı, içindekileri dışarı atmaktı, rahatlamaktı!

Bu şekilde 2 ay boyunca blog yazdı Amy. Derken, bir gün yazacak hiç bir şey bulamadı! İçinde ne var ne yoksa sanki hepsini o güne kadar yazmıştı! Nefret edilecek hiç bir şey kalmamıştı, her zamanki acısından başka da bir acısı yoktu henüz. Bu durumda, ne yazacaktı ki? En iyisi birkaç gün bekleyip, yeni yazısını o zaman yazmaktı.

Aradan birkaç gün daha geçti, ama yine de yazacak hiç bir şey bulamıyordu! Blogunu takip eden insanlar, Amy'e ne zaman yeni bir yazı ekleyeceğini sorup duruyorlardı. Onları hayalkırıklığına uğratamazdı!

Ve tarihte bugün ilk kez bir blog yazarı, bloguna "Blogumu biraz ihmal ettim biliyorum, ama bu aralar yazacak bir şey bulamıyorum" yazdı!

Takipçilerinin bu şekilde bir yazı eklediği için ona çok kızacaklarını zannediyordu Amy. Ama bir mucize gerçekleşti ve düşündüğünün tam tersi oldu! Takipçisi olan diğer ergenler, "Amy, seni o kadar iyi anlıyorum ki! Bazen ben de tıkanıyorum ve bu lanet olası dünyada yazacak hiç bir şey bulamıyorum! Ne kadar iğrenç bir dünyada yaşıyoruz! Bunun için herkesten nefret ediyorum!" diye yorumlar girmeye başladılar!

O günden sonra, bloguna böyle bir yazı girmek resmen trend haline dönüştü. Yazacak hiç bir şey bulamayan bloggerlar, Amy'i kendilerine örnek alarak, "Yazacak hiç bir şey bulamadıklarını" yazmaya başladılar! Hatta bu trend o kadar popüler oldu, o kadar tuttu ki, yazacak çok şeyi olup da yazıları okunmayan bloggerlar bile bilerek "Bu aralar yazacak bir şey bulamıyorum" yazmaya başladılar, bu sayede bloglarına bir sürü ziyaretçi çektiler!

Amy sayesinde, milyonlarca blog, yazılacak bir şey bulunamadığı için kapatılmaktan son anda kurtuldu! Ve bu sayede blogların sayısı git gide arttı, dünyadaki blog sayısı inanılmaz boyutlara ulaştı!
FriendFeed ile Paylaş

Kendini Squirtle Sanan Çocuk Pencereden Tükürdü

16 Ekim 1999: İlk önce Japonya'da bir gameboy oyunu olarak piyasaya çıkan Pokemon, daha sonra animesinin de çekilmesiyle bütün dünyada tam bir çılgınlık haline dönüşmüştü. Dünyanın dört bir yanından milyonlarca çocuk Pokemon izliyor, oyunlarını oynuyor, adeta Pokemon için deli oluyorlardı.

Başkent Tokyo'da yaşamakta olan 4 yaşındaki Miyagi Wakabayashi de tam bir Pokemon manyağıydı. Sabah saat 10'da olan yeni bölümü izler, üstüne öğleden sonra 4'teki tekrarını da hiç kaçırmazdı. Anime'nin kahramanı Ash'in taktığı şapkanın aynısını babasına aldırmıştı ve ne zaman çizgi filmi izlese o şapkayı da takardı.

Miyagi'nin arkadaşlarının en sevdiği pokemon genellikle Pikachu'ydu. Ama Miyagi'nin favorisi, ona göre gelmiş geçmiş en güçlü pokemon olan Squirtle'dı! Ash ne zaman Squirtle'ı seçse, Miyagi şapkasını atar, Squirtle güneş gözlüklerini takardı.

99 senesinde bugün, Miyagi'lerin evine oynamak için kankası Genzo Takashima gelmişti. Önce birlikte Pokemon'un tekrarını izlemişler, sonra da pokemonculuk oynamaya başlamışlardı. Oyunda ikisi de pokemon eğitmeniydiler ve pokemonlarını seçip savaştırıyorlardı.

Ama Miyagi, dövüşmesi için Squirtle'ı seçince, işler değişti. "Squirtle seni seçtim!" dedikten hemen sonra dizlerinin ve ellerinin üstüne çöken Miyagi, Squirtle taklidi yapmaya başladı. "Heeey, sen pokemon olamazsın! İnsansın sen, pokemon eğitmeni olabilirsin, mızıkçılık yapmak yok!" diye serzenişte bulundu Genzo. Ama Miyagi kendini rolüne o kadar kaptırmıştı ki, kendisini gerçekten de Squirtle sanıyordu!

"Squirtle'ım ben! Sen yalan söylüyorsun, kıskanıyorsun beni pokemon olduğum için! Bak sana kanıtlayacağım şimdi pokemon olduğumu!!" diyen Miyagi, Squirtle gözlüklerini takarak hızla pencereye doğru koşmaya başladı! "Squirtle, Squirtle!" sesleri çıkartıyordu bir yandan.

Ve o anda olan oldu! Gelecek yıllarda, çizgi filmlerin çocukların psikolojisini nasıl etkileyebileceğinin tartışılmasına yol açacak olan tarihi olay gerçekleşti.

Miyagi, "Squirtle, su tabancası!" diye bağırdı ve hemen ardından pencereden aşağıya sarkarak, sokaktan geçenlerin kafasına tükürmeye başladı!

Sokaktan geçen insanlar, neye uğradıklarını şaşırdılar. Aralarından çok sinirlenen bir kaç tane adam kapıya gelerek Miyagi'nin annesine Miyagi'yi şikayet etti.

O günden sonra dünyaca ünlü bir fenomen haline dönüşen Miyagi, televizyonlara çıktı, gazetelere haber konusu oldu. Tartışma programlarında yıllarca o ve çizgi filmlerin etkisi tartışıldı.

Bu kadarla da kalmayıp, dünyanın çeşitli yerlerinden Miyagi'yi taklit eden çocuklar çıktı. Ben Pikachu'yum diyerek balkondan atlayan çocuklar türedi her yerde. Ve Miyagi'nin başlattığı bu psikolojik travma, kocaman bir yeni nesli etkileyerek bütün dünyada önemli bir sorun haline geldi.
FriendFeed ile Paylaş

Kız Tavlamak İçin Araba Alan Erkek

14 Ekim 1948: Ünlü fabrikatör Müjdat Kalas'ın oğlu Çağatay Kalas o yıl 20 yaşındaydı. Makine mühendisliğinde okuyordu ve 20 yıllık bekardı. Babasının parası olmasına rağmen, oğluna çok koklatmazdı, bu yüzden de gayet mütevazi sıradan bir hayatı vardı.

Biraz çekingen bir kişiliği olduğu için, kızlarla arası pek iyi değildi. Bunun sebebini de, ilkokul 1. sınıfta okuma bayramında şiirini okurken, sınıf arkadaşı Melike'nin herkesin ortasında "Çağatay Özge'yi seviyoooorrrr" diye bağırmasına bağlardı.

Üniversitede bir gün 2 kızın konuşmasına kulak misafiri oldu Çağatay. Konu, ilginç bir şekilde arabalardı! Fakültedeki arabası olan erkeklerin hepsinin arabalarını tek tek ezbere biliyordu kızlar! Ve araba muhabbetinden sonra da o erkeğin ne kadar yakışıklı, çekici, akıllı, zevik ve çeki olduğundan bahsediyorlardı.

Çağatay, muhabbete konu olan araba modellerini ve bu arabaların sahibi olan erkekleri tek tek not etti aklının bir köşesine. Ve sonra bilimsel bir araştırmaya girişti kendi çapında. Mühendislik zekasıyla, bir sürü veriyi çarptı, böldü. Bir sürü bilgiyi formülize etti. Uğraştı, didindi.. Önemli bir şeylerin peşinde olduğunu hissediyordu ve buna inancı sayesinde ne zaman bir umutsuzluğa kapılıp her şeyi bırakıp gitme isteği oluşsa içinde, yılmadan devam etti araştırmasına...

Çağatay Kalas, 14 Ekim 1948 sabahı güneşin ilk ışıklarıyla birlikte tarihe geçecek o büyük buluşunu tamamladı. Bilim tarihine "Kız Kaldırma Kuvveti" olarak geçecek büyük formülü buldu!

Formülü kısaca açıklamak gerekirse; tavlamak istenilen kızın modeli yükseldikçe, satın alınması gereken arabanın modeli de doğru orantılı olarak yükseliyordu! Yani kız tavlamak için, araba almak gerekiyordu!

Sabahın köründe koşa koşa yurdundan çıkan Çağatay, doğruca babasının fabrikasına giderek, babasından araba almak için para istedi. Babası önce o kadar yüklü parayı vermek istemedi, ama oğlu durumun vahimliğini açıklayınca, ikisi birlikte kendilerini lüks bir araba galerisinde buldular!

Ve tarihte bugün ilk defa bir erkek, kız tavlamak için bir araba satın aldı!

Bulduğu formülü test etmek için, arabasıyla işletme fakültesinin yolunu tuttu. Ve o anda inanılmaz bir şey gerçekleşti! İşletme fakültesinin kampüs kapısından arabasıyla girdiği anda, güzel bir kız arabanın önüne atlayarak arabayı durdurdu! İçinde kim olduğuna bakmadan, şoför yanındaki ön koltuğun kapısını açarak arabaya atladı.

Ve yine tarihte bugün ilk kez bir kız, başka bir özelliğine bakmaksızın sırf arabası olduğu için bir erkekle çıkmaya başladı!

Çağatay o gün hem bilim dünyasında büyük yankı uyandıracak bir formül, hem de güzel bir kız arkadaş bulmuştu. Böylece kendisinden sonra gelen erkeklere büyük bir miras bırakmış oldu. Milyonlarca erkek bu formülü uygulayarak başarıya ulaştılar.

Ancak seneler sonra, formülün gerçeği tam olarak yansıtmadığı ortaya çıktı. Dünyanın bazı bölgelerinden, araba sahibi olup da kız arkadaş edinemeyen erkeklerin bilgileri gelmeye başladı. Teknolojinin gelişmesiyle, formülün küçük bir açığının olduğu; bütün kızlar için değil, sadece belli bir kısım kızlar için geçerli olduğu bilimsel olarak kanıtlandı ve formül düzeltildi.

Yine de Çağatay Kalas, uzun yıllar boyunca kendisini hatırlatıp onu ölümsüz yapacak bir esere imzasını atmış oldu.
FriendFeed ile Paylaş

Yatınca Uykusu Geldi

9 Ekim 1993: 93 senesinin 9 ekim gününün ilk saatlerinde, 15 yaşındaki Firdevs Kılınç hala televizyon başındaydı. Sabah erkenden kalkıp 8.30'daki sınavına yetişmesi gerekiyordu ve saat gece 12'yi çoktan geçmişti. Ama Firdevs'in uykusu bir türlü gelmiyordu.

Annesiyle babası çoktan yatmışlardı, ama televizyonun sesinden dolayı onlar da uyuyamıyorlardı. Babası ertesi gün erkenden işe gidecekti, bu yüzden uyuması gerekiyordu. En sonunda sinirlenerek, televizyonu kapattırıp Firdevs'i yatırması için eşi Suzan Hanım'ı oturma odasına gönderdi.

Oturma odasına gittiğinde, Firdevs boş boş kanallarda geziniyordu. Doğru düzgün izlediği bir şey de yoktu aslında. Annesi "Kızım git yat artık saat kaç oldu, yarın erken kalkıcaksın bak!" dediğinde bir ofladı, "Uykum yok anne ya, rahat bırakın beni!!!" diye ergence isyan etti.

Zaten yatağından kalktığı için sinirli olan Suzan Hanım, hızla televizyona giderek birden kapatma düğmesine bastı ve "Yatınca gelir uykun!!!" diye Firdevs'i zorla yatağına gönderdi.

Ergenliğin getirdiği inatçılıkla, sırf annesine bu davranışından dolayı kızdığı için o gece hiç uyumamaya karar verdi Firdevs! Böylece annesine gerekli dersi vereceğini düşünüyordu! Bütün gece yatağında yatacak ve hiç uyumayacaktı.

Ama planları istediği gibi gitmedi ve tarihe geçecek olan o olay gerçekleşti! Tarihte ilk kez uykusu olmayan birisi yatağına yatınca uykusu geldi!

O güne dek milyonlarca anne bu teorinin gerçek olduğunu savunmuş, ama o güne dek de uygulayıp gerçekliğini kanıtlayan çıkmamıştı! İşte 93 senesinde bugün, Firdevs Kılınç bu iş için adeta istemeden gönüllü olmuş ve bilim dünyasındaki bir başka teorinin doğruluğunu kanıtlayarak bilim tarihine adını altın harflerle yazdırmıştı! Yatınca insanın uykusu gerçekten de geliyordu!

O günden sonra uyku haplarının satışlarında inanılmaz düşüşler görüldü. Saf kızları ağlarına düşürmek isteyen hain erkekler ve bilimsel gelişmeleri gavur icadı sayıp teorilerin kanunlara dönüşmesini bir türlü kabullenemeyen bir kısım muhafazakar kesim dışında, bu hapları kullanan kimse kalmadı. Artık insanlar, uyumak zorunda olduklarında sadece yataklarına gidip yatmaya başladılar!

Firdevs Kılınç sayesinde, evrenin bilinmeyen bir sırrı daha keşfedilmiş oldu! Tıp camiasında bir türlü doğal bir çözüm bulunamayan şehir yaşamının getirdiği uykusuzluk sorununa, ilaçsız bir çözüm bulunmuş oldu!
FriendFeed ile Paylaş

Konserde Cep Telefonunu Salladı

6 Ekim 2006: Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi heavy arabesk gruplarından sayılan efsanevi AQ Brothers grubu, 2006 senesinin eylül ayında "Tweet" isimli yeni albümlerini çıkarmış ve hemen ardından da albüm tanıtımı için dünya turnesine çıkmışlardı. Amerika Birleşik Devletleri'nde bir kaç şehir gezdikten sonra, 6 ekimdeki durakları Meksika'nın New Mexico şehriydi.

Büyük bir stadyum konseri verecek olan grup, daha çok yeni albümünden şarkılara yer vereceği konserde "I Book Your Face", "Global Blogal", "PES, I Love You" gibi klasikleşmiş şarkılarını da çalacaktı. Konser için tam 55 bin bilet satılmıştı.

AQ Brothers grubu, 15 dakikalık bir gecikmeyle saat 22.15'te sahneye çıktı. Çıkmasıyla birlikte resmen bütün stadyum yıkıldı. 5 adet hareketli şarkı söyledikten sonra, gelmiş geçmiş en güzel aşk şarkılarından birisi olan "Ungrateful Cat(Nankör Kedi)"'e giriş yaptılar.

Şarkının başlamasıyla birlikte bütün stadyumda genç kızların içten gelen çığlıkları duyuldu. Genç delikanlılar ceplerinden çakmaklarını çıkartarak havaya kaldırdılar ve yakarak havada yavaşça bir sağa bir sola sallamaya başladılar.

O sırada New Mexico'da tatilde olan ve konsere sevgilisiyle gelmiş olan Emre Işıkçı, sigara içmiyordu. Ama Ungrateful Cat çalmaya başlayınca, adrenalin seviyesi en üst düzeye fırladı. O da stadyumdaki herkes gibi yerinde duramıyordu. Bu şarkı, sevgilisi Gülin ile onların şarkısıydı! Çakmaklarını havaya kaldırıp yakanları görünce, onun da içinden aynısını yapmak geldi. Ama çakmağı yoktu ki! Yanındaki insanlardan çakmak bulana kadar şarkı biterdi!

İşte o anda, tarihe geçecek bir hareket yaptı Emre! Elini, pantolonunun sağ arka cebine atıp cep telefonunu çıkardı. Tuş kilidini açtı ve ekranı sahneye dönük olacak şekilde telefonu yukarı kaldırarak yavaşça sağa sola sallamaya başladı! Sanki elindeki bir çakmakmış gibi! Bir yandan sevgilisine sımsıkı sarılıyor, bir yandan da telefonunu havada yavaşça sallıyordu.

O anda stadyumda bulunan insanlar, Emre'nin yaptığı bu hareketi gördüler. Ve bir süre sonra, tribünlerdeki dinleyicilerin arasından başka bir cep telefonu havaya yükseldi! 5 saniye sonra karşı tribünlerden 2 telefon daha yükseldi. Saha içinden de teker teker telefonlar yükselmeye başladı. Derken, stadyumda yüzlerce cep telefonu havaya kalkmış bir şekilde şarkıya eşlik etmeye başladılar.

Şarkı bittiğinde, grubun zincirli üyelerinden olan birinci solisti John Kahn, "Kardeşlerim, müthişsiniz. Hepinizi çok seviyoruz! Sıradaki şarkımız "Gillette is my fusion" bu müthiş gösteriyi başlatan kardeşimize gelsin!" diyerek Emre'nin karizmasını göklere çıkarmıştır.

O konserden sonra hiç bir konser eskisi gibi olmadı. Ne zaman slow bir şarkı söylense, cep telefonları havaya kalkarak anlamsız bir şekilde sallanmaya başlandı. Ama bu anlamsız hareket, anlaşılamayan bir şekilde bütün seyircinin mest olarak kendinden geçmesine sebep oldu. Ve bu yüzden de Emre Işıkçı tarihteki yerini alarak, her slow şarkıda adı bir kez daha yad edildi. Eğer bugün konserlerdeki slow şarkılardan bu kadar çok haz alıyorsak, kuşkusuz bunu Emre Işıkçı'ya borçluyuz.
FriendFeed ile Paylaş

Ders Çalışmak İçin Bilgisayar Aldırdı

3 Ekim 1996: Gümüşoğlu ailesi, Tekirdağ'ın Malkara ilçesinde oturmaktaydı. Ailenin büyük oğlu Özgür, o sene 5. sınıfa geçmişti. Dersleri fena değildi, ama hiç bir zaman çok çalışkan bir öğrenci olmamıştı. Genellikle, 3 arkadaşıyla kurmuş olduğu bisiklet çetesiyle gezer, boncuklu tabancalarıyla kedilere ve güvercinlere ateş ederlerdi. Arada sırada da atari salonlarına giderler, Street Fighter oynayarak özel hareketleri bulmaya çalışırlardı.

O dönemde, masa üstü bilgisayarlar yavaş yavaş popüler olmaya başlamıştı. Windows 95 işletim sistemi ile artık bilgisayar kullanmak çok kolay ve zevkli hale gelmişti.

Bir gün Özgür, bisiklet çetesinden arkadaşı Ufuk'un evine gitmişti. Ufuk'un babası ona bilgisayar almıştı ve Ufuk'un söylediğine göre çok güzel oyunlar da vardı bilgisayarında!

Hemen bilgisayarı açtılar. Ufuk, mağara adamlı bir oyun açtı. Aynı atari oyunları gibiydi, ama bunda herşey klavyeyle oynanıyordu ve üstelik oyunlar ücretsizdi! Yani istediğin kadar oynayabiliyordun! Ölünce, tekrar başlamak için jeton almana gerek yoktu! Ne kadar da müthiş bir şeydi bu bilgisayar!

Böyle harika düşünceler arasında, harika bir 3 saat geçirdiler bilgisayar başında! Hatta 10 dakikalığına da olsa, Özgür'ün de oynamasına izin vermişti Ufuk. İşte bilgisayar oynayarak geçen o 10 dakika, belki de Özgür'ün hayatında yaşadığı en güzel 10 dakikaydı.

Eve döndüğünde, yerinde duramaz halde babasını bekliyordu. Akşam babası geldiğinde, hemen yemeğe oturdular. Gümüşoğlu ailesinde mühim konular, yemekte konuşulurdu. Bunu bilen Özgür, babasıyla konuşmak istediği konuyu açtı: "Baba, ben bilgisayar istiyorum.".

Durup dururken bu isteğin nerden geldiğini anlayamayan baba, konuyu geçiştirmek için "Ne yapacaksın oğlum bilgisayarı?" diye sordu. Bu soruyu beklemeyen Özgür, ne cevap vereceğini bilemedi. Sınırsızca harika oyunlar oynayabilirim dese, babasının almayacağından emindi. Ama bilgisayarla başka ne yapılabilirdi ki? Herkes bilgisayarlar süper, müthiş diyordu ama oyun oynamak dışında bir şey yapanını bilmiyordu Özgür.

Derken, aklına dahiyane bir fikir geldi. Gerçi o sırada bunun ne kadar dahiyane olduğunu, gelecek nesillere ne kadar da yardımcı olacağını bilmiyordu, sırf aklına geldiği için söylemişti: "Bilgisayarda ders çalışırım baba? Derslerime yardımcı olur, böylece karnemde bütün dersler 5 olur?"

İşte o anda, tarihte ilk kez birisi "Ders Çalışmak İçin Bilgisayar İstedi"!

5. sınıf öğrencisi olan Özgür, öyle bir noktaya değinmişti ki, belki de koskoca insanlar bundan daha güzel bir sebep bulamazlardı. Ders konusuna değinerek, babasını can damarından yakalamıştı. Sonuçta her anne baba, çocuklarının başarılı olmasını, derslerine çalışmasını isterdi. Bu uğurda da ellerinden gelen her şeyi yaparlardı.

Özgür'ün babası da, sırf oğlu daha başarılı olsun diye ona bir bilgisayar aldı. Ama tabii ki Özgür onu hiç bir zaman ders çalışmak için kullanmadı. Arkadaşlarından aldığı oyunlarla bütün gününü bilgisayar başında oyun oynayarak geçirdi ve bu yüzden dersleri tam tersine daha da kötüleşti.

O günden sonra milyonlarca çocuk, babasına bilgisayar aldırabilmek için bu taktiği uyguladı. Ve büyük bir çoğunluğu da bundan zaferle ayrıldılar. Bu yüzden de Özgür Gümüşoğlu, kendisinden sonra gelen nesiller için tam bir idol haline dönüştü ve hep büyük bir saygıyla anıldı.
FriendFeed ile Paylaş