Yağmur Başlayınca Ortaya Çıkan Şemsiyeci

29 Kasım 1912: Lokman Ibitir isimli 19 yaşındaki girişimci genç, günlük işlerde çalışıyor, az buçuk kazandığı paralarla da karnını anca doyuruyordu. İstanbul'da yaşıyordu. Bütün gün Paşam Kahvehanesi'nde pinekler, kahvehaneye uğrayan işverenler işçi aradığında gider çalışır, iş bitince tekrar kahvehanedeki yerine otururdu. Genelde inşaat sektöründe çalışırdı.

Evde yaşlı babaannesi ile birlikte yaşardı. Gündüzleri Lokman kahveye gider, babaannesi de ona helal süt emmiş bir kız arardı. Suriye'den göç ettikleri zamandan beri babaannesinin romatizması vardı. Özellikle hava değişikliklerinde ağrıları çok artıyordu.

29 Kasım 1912 sabahı, Lokman yine erkenden kalktı, babaannesiyle kahvaltısını edip hava nasılmış diye camdan dışarı baktı. Yazdan kalma bir kasım sabahı vardı o gün. Üstüne incecik bir şeyler giyip kapıya yönelmişti ki, babaannesi durdurdu onu: "Yavrum şu şemsiyeyi de al yanına. Bacaklarım azıttı gene, yağmur yağacak bugün!". Babaannesinin yağmuru nasıl önceden tahmin ettiğini daha önce tecrübe edinmiş olan Lokman, babaannesinin sözünü dinleyip şemsiyeyi de yanına aldı ve Allahaısmarladık diyerek evden çıktı.

Kahveye vardığında onu gören arkadaşları kahkahayı patlatıverdiler: "Hafız o şemsiye ne bu güzel havada yahu?". Lokman, onların bu gülüşlerine aldırış etmedi, her zamanki masasına geçti.

Yarım saat geçmemişti ki, ortalık birden kararıverdi, gri bulutlar İstanbul semalarında görülmeye başladı. 10 dakika sonra da bardaktan boşanırcasına yağmur başlayıverdi! Öyle bir yağmur ki, daha önce eşi benzerine rastlanmamış!

Ortalıkta koşuşturan, yağmurdan kaçan insanlar belirmişti. Lokman da oturduğu sandalyeden bu insanları gülerek zevkle izliyordu. Sonra canı sıkıldı, nasılsa şemsiyem var diyerek dışarıda biraz yürümeye karar verdi. Kahveden 5 metre uzaklaşmamıştı ki, şık giyinimli bir adam yanına gelerek "Kardeş şemsiyen için kaç akçe istersin? Satın almak istiyorum." dedi.

Şemsiye etse etse 10 akçe ederdi, o da sıfır olsaydı. Lokman, adamın kıyafetlerine şöyle bir baktı, ıslanırsa adamın o pahalı kıyafetlerine yazık olacaktı. "30 akçe versen yeter Beyim."

Adam cebinden 30 akçe çıkartarak Lokman'ın eline tutuşturdu, şemsiyeyi alarak gitti!

Böylece Lokman, tarihteki "Yağmur Başlayınca Ortaya Çıkan Şemsiyeci" ve "Yağmur Başlayınca Değerinin 3 Katına Şemsiye Satan Şemsiyeci" ünvanlarının ikisini birden ilk kez kazanan insan oldu!

Şemsiyeyi satan Lokman, hemen eve koştu ve evdeki diğer şemsiyeyi de alarak dışarı çıktı. 5 dakika geçmemişti ki, aynı şekilde o şemsiyeyi de 3 katına satmayı başardı!

O günden sonra Lokman, şemsiye ticaretine atıldı. Bir sürü şemsiye satın aldı, babaannesi ne zaman bugün yağmur yağacak dediyse de, o gün sokaklarda gizli bir köşeye saklanıp yağmurun başlamasını bekledi. Yağmur yağar yağmaz da şemsiyeleriyle birlikte sokağa çıkarak hepsini 3 katına sattı! Çok geçmeden de, Osmanlı tarihindeki en zengin insanlardan bir tanesi haline dönüştü! İşleri büyüttü, büyük bir şirket kurdu. Şirketine bir sürü çalışan aldı, bu çalışanları önce İstanbul'un, sonra Türkiye'nin dört bir yanına dağıttı. Hepsine de satmaları için şemsiyeler verdi. Böylece satılan her şemsiyeden kar etmeye başladı!

Günümüzde ne zaman yağmur yağsa anında ortaya çıkan şemsiyeciler, işte Lokman Ibitir'in kurmuş olduğu, şu anda ise torunlarının torunları tarafından işletilen büyük bir şirketin çalışanları olan insanlardır. Bu büyük pazarda yıllar geçmesine rağmen hala tek büyük şirket olarak ayakta kalmalarının tek sırrı, her zaman adi şemsiyeleri pahalıya satmalarıydı. Böylece, her yağmurda şemsiyeler kullanılmaz hale geliyor ve 2 sokak ötedeki şirketin diğer şemsiyecisinden başka bir şemsiye satın alınıyordu.

İlk fotoğraf şuradan alıntıdır: http://feelozof.wordpress.com/2010/06/05/semsiye
İkinci fotoğraf şuradan alıntıdır: http://www.erginmurat.com/?p=193
FriendFeed ile Paylaş

Geçen Ambulansın Peşine Takılan Çakal Sürücü

27 Kasım 1973: Takvimler 1973 yılını gösterdiğinde, nüfusu çok yüksek olan Çin'in Pekin kentinde artık nüfusun yanında taşıtların sayısı da azımsanmayacak kadar çoğalmıştı. Öyle ki, özellikle iş çıkışı saatlerinde saatler süren trafik sıkışıklıkları oluşmaya başlamıştı. İş yerlerinden evlerine gitmek isteyen araç sahiplerini, çile dolu bir yolculuk bekliyordu artık.

46. Yıl Pekin Devlet Hastanesi, ilk ambulansını o sene almıştı. Eski dolmuş şoförü Manichima Kokora'yı işe alarak ambulans şoförü yapmışlardı. Ne zaman acil bir durum olsa, Manichima son hızla olay yerine yetişiyor, hastayı alarak en kısa zamanda hastaneye dönüyordu. Yılların usta şoförüydü, ama ambulansı görerek yol veren diğer sürücüler de onun en büyük destekçileriydi.

Yagami Nozomu, bir devlet dairesinde memur olarak çalışıyordu. Çalışmayı pek sevmeyen bir adamdı. Yatmak, işten kaytarmak ve listening to music en sevdiği hobileri arasındaydı. 30 yaşında hala baba parası yiyerek geçiniyor, baba parasıyla aldığı arabasıyla işine gidip geliyordu. Ama iş yeri şehrin bir ucunda, evi ise diğer ucundaydı. Bu yüzden de trafikte geçirdiği zaman canını çok sıkıyordu.

27 Kasım 1973 tarihinde, yine işten çıkmış, arabasına atlamış, sıkışık trafikte resmen emekleye emekleye ilerliyordu.

46. Yıl Devlet Hastanesi'ne gelen acil yardım telefonuyla Manichima Kokora ise ambulansa atlayarak, hızla şehrin diğer ucuna doğru yönelmişti!

Yagami, yarım saat önce bulunduğu koordinatlardan sadece 100 metre ilerleyebilmişti.


Manichima, sirenini açmış, önünden çekilen arabalar sayesinde E-52 yoluna giriyordu.

Yagami, 1 saattir E-52 yolundaydı.

Manichima, emniyet şeridi dolu olduğu için en sol şeride geçti.

Yagami 1 saattir sol şeritteydi.

Manichima, Yagami'nin arabasının arkasına geldi. Kornaya basıp selektör yaparak sağ şeride geçmesini işaret etti.

Yagami, sağ şeride geçerek ambulansın geçmesi için ona yol verdi.

Manichima, Yagami'nin arabasını geçti...


Sıkışık trafik yüzünden delirme noktasına gelen Yagami, solundan geçen ambulansa şöyle bir baktı ve bakmasıyla kafasında bir şimşek çaktı! Ambulansın geçmesiyle birlikte direksiyonu sola kırarak ambulansın hemen arkasına geçti ve ambulansı takip etmeye başladı!

Böylece tarihte ilk kez bir sürücü, sıkışık trafikte yanından geçen ambulansın peşine takılarak o adım adım ilerleyen trafikte çok daha hızlı giderek gideceği yere 5 dakika erken vardı!

Yagami Nozomu, o anda yaptığının ne kadar tarihi bir hareket olduğunun bilincinde tabii ki değildi. O yoğun trafiğin getirdiği stresle hareket etmiş, bir anda tarihe geçmişti.

Onun bu hareketini gören diğer sürücüler, adeta gördüklerine inanamadılar! Böyle bir şey nasıl olur da daha önce akıllarına gelmemişti? Nasıl olsa ambulans yolu açıyordu ve arkasından gelenlere sadece ambulansı takip etmek kalıyordu!

Bu tarihi hareket bütün dünyada yayıldı, bir süre sonra ambulansın arka kontenjanı için sürücüler arasında kapışmalar yaşanmaya başladı. Bir kısım yeni nesil sürücünün ise, başka bir tarihi harekete daha imza attıkları görüldü: Dörtlüleri yakıp ve kornaya basıyorlar, sanki ambulansın içindeki hastanın yakınıymışçasına davranarak ambulansın arkasındaki yerlerini hiç kimseye kaptırmıyorlardı!

Yine de, bu yeni nesil sürücülerin bile adını andıkları tek bir isim tarihe geçti: Yagami Nozomu!
FriendFeed ile Paylaş

Sakalını Kesince Daha Gür Çıktı

25 Kasım 1999: Suat Demir, Karadeniz Teknik Meslek Lisesi'nde öğrenim hayatını sürdüren 17 yaşında bir öğrenciydi. Ama bir yandan da oyunculukla uğraşıyordu. O yıllarda birden popüler olan Liselim isimli gençlik dizisinde oynadığı Yılmaz karakteriyle ünlü olmuştu. Buna rağmen şöhret onun aklını başından almamış, öğrenimini yarıda kesmeyerek okuluna da devam etmişti.

Bütün sanat dergilerinde, geleceğin Banu Alkan'ı olarak gösteriliyordu. Geleceğinin çok parlak olduğunda herkes hemfikirdi. Bu çocuğun doğuştan gelen bir yeteneği vardı!

Dizinin senaryosuna göre, Yılmaz karakterinin hafif kirli sakal bırakması gerekiyordu. Bu yüzden çekimlerden 1 hafta önce Suat sakal bırakmaya başladı. Ancak bir yandan okulu da devam ediyordu. Ve Suat'ın sakalları uzadıkça, okuldaki öğretmenlerinin de gözüne batmaya başladı.

25 Kasım sabahı okula gittiğinde, kapıdaki kontrolde Beden Eğitimi öğretmeni Baki Alan tarafından kenara çekildi. "Bu sakal ne böyle? Üniversite mi sandın burayı? Bu sakalla okula giremezsin, git tıraş ol öyle gel hemen" diyerek öğretmeni onu okula almadı. Suat, bunun çekimler için olduğunu ne kadar söylediyse de, öğretmenini ikna edemedi. "Hocam siz benim kim olduğumu bilmiyorsunuz galiba, bakın sakalı kesersem pişman olursunuz" diye öğretmenine çıkışmaya çalışınca, Baki Hoca Suat'ın kolundan yakaladığı gibi okulun karşısındaki berbere soktu onu. "Sinek kaydı olsun, yüzü gözü açılsın bu bebenin" diye de berberi tembihlemeyi unutmadı.

Tıraş bittiğinde, Beden Eğitimi öğretmeni Baki Alan gözlerine inanamadı!

25 Kasım 1999 günü ünlü oyuncu Suat Demir'in sakalı kesilince, daha gür çıktı!

O anda şok olmuş hocasına dönen Suat Demir'in ağzından o tarihi sözler çıkıverdi: "Hocam siz beni berbere getirerek sadece sakalımı kesmiş oldunuz, ama ben sizin o değerli vaktinizi çalmış oldum. Kesilen sakal daha gür çıkar, ama çalınan vakit geri gelmez!"
FriendFeed ile Paylaş

Seksi Fotoğrafları İçin Tıklayınız

23 Kasım 1997: İnternet bütün dünyada bir çılgınlığa dönüşürken, Türkiye'de de yavaş yavaş yaygınlaşmasını sürdürüyordu. Telefonları meşgul eden Dial-up bağlantılarla, T.C. vatandaşları da bu sonsuz sanal dünyada yerlerini almaktaydılar.

Mahir Uluorta, 25 yaşında askerliğini yeni tamamlamış geleceği parlak bir gençti. Senelerdir açıköğretim fakültesi sayesinde askerliğini erteletiyorken, sonunda sevdiği kızın "Askerliğini yap da evlenelim" çağrısına uyarak birliğine teslim oldu ve babasının tanıdığı bazı kişilerin torpiliyle askerliğini yedek onbinbaşı rütbesiyle Bodrum'da yatarak geçirdi.

Askerliği bitip memleketi Eskişehir'e döndüğündeyse büyük bir şokla karşılaştı! Sevgilisi Ayça, en yakın arkadaşı Hamza ile kaçmıştı!

Bunalıma girdi, aylarca etkisinden çıkamadı. Ama bir sabah öylece yatağından kalktı, ve aylardır kendisi için endişelenen annesine bakarak "Ana, tamamdır. Hayatıma dair, geleceğime dair, neler yapacağımla ilgili önemli kararlar aldım. Bugünden itibaren yeni hayatıma başlıyorum." dedi. Ardından en yakın internet cafeye giderek web sitesi yapımıyla ilgili araştırmalar yaptı internetten. Aynı günün akşamı da, "Gelgit" isimli ilk web sitesini kurmuştu bile.

Mahir'in yeni hayatındaki amacı, internette popüler bir web sitesi kurarak zengin olmaktı. Bunun için de arama motorlarında en çok aranan şeyleri belirleyerek, bunlarla ilgili bir web sitesi kuruyordu. Her şeyden bir tutam katıyordu sitesine. Yemek tarifleri, kız tavlama taktikleri, TC Kimlik No sorgulama gibi.

Fakat asıl önemli şeyi hep bilerek erteliyordu. Arama motorlarında en çok erotik içerikli şeylerin arandığını tespit etmişti, ama internette zaten fazlasıyla porno site vardı ve onlarla rekabet etmesi olanaksızdı. Ayrıca porno site açmayı da gururuna yediremiyordu. Yine de, arama motorlarından gelecek binlerce ziyaretçiyi ve kazanacağı paraları düşünmeden de edemiyordu!

Uzun süren beyin fırtınaları sonucu, tam umutsuz bir duruma girecekken, aklına dahiyane bir fikir geldi Mahir'in! Bu fikri uygulayarak, hem arama motorlarından gelecek ziyaretçileri kendi sitesine çekecek, hem de bir porno site olmamış olacaktı!

Böylece tarihte ilk kez bir insan, web sitesinde "Seksi Fotoğrafları İçin Tıklayınız" şeklinde bir link verdi!

Sonuç, Mahir'in beklediğinin çok çok üstünde, muazzam oldu! Arama motorlarından web sitesine binlerce abaza aktı. Gelenlerin büyük çoğunluğu, porno site beklentisiyle sitede dolaşarak fotoğraf arayıp durdular. Böylece sitede bolca vakit geçirmiş oldular. Ama bulabildikleri tek şey, bikinili birkaç fotoğraftan fazlası değildi.

Böylece Mahir, hem porno site açmamış oldu, hem de porno site arayışı içinde olan büyük bir kesimi sitesine çekmiş oldu. Bu taktiği sayesinde milyonlarca dolar kazandı! İnternet aleminde ismi saygıyla anılan bir insana dönüştü. En sonunda 1999 yılında da Gelgit isimli sitesini 560 milyon dolara Facebook'a sattı!

Mahir'in bu kadar meşhur olmasına şahit olan diğer site sahipleri de, aynı taktiği uygulamaya karar verdiler. Bu sayede bir çok web sitesinde "Seksi Fotoğrafları İçin Tıklayınız" şeklinde linkler ortaya çıkmaya başladı. Bunları, Güzeller Galerisi şeklinde bölümler izledi. "Porno siteye girersem bilgisayar virüs kapar" gibi batıl inançların da etkisiyle, bu tip siteler internet alemindeki kişisel tatmin açığını en güzel şekilde kapatarak çok popüler oldular ve sahiplerine milyonlarca dolar kazandırdılar.

İlerleyen yıllarda internetin hızlanması ile birlikte internetten kaçak film indirilmesinin yaygınlaşmasıyla bu sitelerin pabucu günümüzde dama atılmış olsa da, Mahir Uluorta'nın o inanılmaz keşfi olan "Seksi Fotoğrafları İçin Tıklayınız" öbeği, günümüzde başlıca haber sitelerinde olmak üzere hala yaygın olarak kullanılmakta.
FriendFeed ile Paylaş

Tepelerinden Geçen Uçağa Bakan İnsan

18 Kasım 1912: Alman bisiklet tamircisi Michael Krause, baba mesleğinin yanı sıra teknolojik gelişmeleri de hobi olarak yakından takip eden bir isimdi. Berlin şehrinin Kreuzberg semtinde yaşamaktaydı. Küçüklükten beri en büyük hayali, bir gün kuşlar kadar özgür bir biçimde uçabilmekti.

O sıralarda dünyanın dört bir yanından gerçekten de uçabilen uçaklarla ilgili haberler gelmekteydi. Çeşitli bilim dergilerini her ay satın alan Michael de bunlardan haberdardı. Ve ne zaman uçaklarla ilgili yeni bir haber okusa, yakınlarda yaşayan birisi de uçak yapsa da bir gün 1 dakikalığına bile olsa onu da yanında uçursa diye hayal ederdi.

Ama bir süre sonra fark etti ki, yakınlarda yaşayan birisinin uçak falan yapacağı yoktu. Uçak yapsa da, onu neden uçursundu ki? Asıl fark ettiği önemli şeyse, uçaklarla ilgili o kadar çok şey okumuştu ki, uçaklarla ilgili bilgisi şu anda muazzam seviyedeydi. Neden kendisi bir uçak yapmıyordu ki?

Hemen bisiklet tamirinde kullandığı parçaları bir araya getirerek kendisini evinin bodrumuna kapattı. Ama uçağın yarısını tamamladığında, uçağı bodrumdan çıkaramayacağını fark ederek her şeyi parçaladı ve bahçede sıfırdan bir uçak yapımına başladı. 2 aylık bir çalışmadan sonra da, kendince uçağı bitirdi ve şehrin dışındaki çok yüksek olmayan tepelerde deneme uçuşu yapmaya karar verdi. Deneme uçuşu için seçtiği tarih, 18 Kasım 1912 idi.

Otto Göppert, Maria Fink ile bir aydır sevgiliydi. Hala cicim aylarındaydılar, ama artık bazı şeyler yerli yerine oturmaya başlamış ve hafif kıskançlıklar sonucu küçük tartışmalar da başlamıştı. O gün, Berlin'in en ünlü pastanesinde tatlı yemeye gidiyorlardı. Kasım ayına göre hava yumuşaktı, ama yine de estiğinde üşüten hafif bir rüzgar da vardı.

El ele tutuşmuş yürürlerken, birden bir motor sesi duydu Otto. Normal bir insana göre daha fazla gelişmiş kepçe kulakları vardı ve normal insanların duyamayacağı sesleri bile duyuyordu bazen. Tanrı vergisi bir hediyeydi bu Otto'ya! İşittiği ses, gitgide yaklaşan bir motor sesiydi. Ama etrafta ne bir motosiklet, ne de bir araba gözüküyordu! Üstelik, ses yaklaştıkça, sanki gökyüzünden geliyormuş gibi gelmeye başlamıştı! Otto o sırada sevgilisinin gözlerinin içine bakıyordu, fakat bir yandan da bu sesin nereden geldiğini merak ediyordu!

Otto, sevgilisinden yiyeceği azarı göze alarak, tarihte bir ilki gerçekleştirdi o anda! Kafasını havaya kaldırdı ve sesin geldiği yöne, Michael Krause'nin tepelerinden geçen uçağına doğru baktı. 18 Kasım 1912 günü tarihte ilk kez birisi, tepelerinden uçak geçerken kafasını kaldırarak uçağa boş boş bakmış oldu!

Ama bu bakışı uzun sürmedi. Daha bir saniye bile geçmeden, Maria tarafından bir yumruk yedi sırtına. "Ben yanındayken başka kızlara bakıyorsun dimi!!" diye azara başlayan Maria, sevgilisinin o anda tarihe geçtiğini tabii ki bilmiyordu.

Otto Göppert'in bu ilk bakışları, ne olduğunu, neye baktığını bilmeyen meraklı bakışlardan ibaretti. Tamamen masumlardı. Sonuçta, o güne kadar hayatında hiç uçak görmemişti! Bu yüzden üzerinde durulmaya bile değmezdi normalde. Ama bu ilk bakışın üzerinden seneler geçtikçe, uçaklar yaygınlaştıkça, insanoğlu çok çarpıcı bir gerçeklikle karşı karşıya kaldı.

Dünyanın dört bir yanında, ne zaman tepelerinden bir uçak geçse havaya bakan insanlar ortaya çıkmaya başladı. Daha önce uçak görmüş olan, uçakla seyahat etmiş olan, hatta uçak kullanmış olan insanlarda bile bu yaşanıyordu! Bir uçağın uzaktan yaklaşmakta olan sesini işitiyorlar, o anda ne iş yapıyorlarsa tamamen bırakıyorlar ve sanki daha önce hayatlarında hiç uçak görmemişler gibi bakışlarını havaya dikerek uçağın geçişini boş bakışlarla izliyorlardı!

Bu refleksin neden ortaya çıktığı ve mekanizması günümüzde hala gizemini koruyor. Ama yine de, nedeni bilinmese bile bu refleksin hipnotik etkisinden günümüzde bir çok yerde faydalanılmakta. Önce, savaş filmlerine konulan uçak sahnelerinden sonra, bu tür filmlerde gişe hasılatında gözle görülür bir artış saptandı. Ardından uçak kaçırma filmleri peş peşe gelmeye başladı. Ama bu refleks günümüzde en çok anneler tarafından kullanılmakta. Yemek yemeyi reddeden çocuklarına yemek dolu kaşığı uçak gibi gösterip "Bak uçak geliyor uçak geliyor hooooppp" şeklinde hipnotik etkiyle yemek yedirerek, günümüzde büyük bir sorun haline gelmiş olan obezitenin ortaya çıkmasına ön ayak oldular.
FriendFeed ile Paylaş

Televizyonda Spikerin Arkasından El Sallayan Adam

15 Kasım 1948: Amerika Birleşik Devletleri'nin Utah eyaletinde küçük ve şirin bir kasabada yaşamakta olan William Ware, ailesini geçindirmek için her yıl sonbahar mevsiminde mevsimlik işçi olarak New York'a giderdi. Sonbahar, bu şehrin en güzel olduğu mevsimlerden birisi olduğu için, turistlerin akınına uğrardı ve William da bu vakitlerde elinde akustik gitarıyla sokaklarda hem çalıp hem söyleyerek turistlerden para toplardı. Kalabalık caddelerde kaldırım kenarına oturur, gitarını eline alır, kılıfını önüne açar(ve insanlar, başkaları da para atmış diye düşünsün de onlar da atsın diye kendi biriktirdiği bozukluklardan bir kısmını da içine atar) ve başlardı çalmaya. Bir yandan yapraklar dökülürken, bir yanda bu güzel şehirde aşk yaşamaya gelen sevgililer, ve en güzel aşk şarkılarını o yanık sesiyle okuyan William...

İşte yine 1948 yılının sonbaharında evinden ayrılarak gurbet yollarına düşmüştü William. Kasım ayı gelmiş, ailesini çok özlemişti. Ama kasım ayı, en çok iş yaptığı aydı, bu zamanda eve dönmek olmazdı. Bu yüzden bir süre daha her akşam ceketinin iç cebinden çıkarttığı o fotoğrafa bakarak hasret gidermeye çalışacaktı. Eşi Sarah'nın, küçük veletleri Tommy ve Billy'nin olduğu bir aile fotoğrafı. William bir şekilde hasrete dayanıyordu, ama kim bilir ailesi onu ne kadar özlemişti, onsuz napıyorlardı acaba? İyi olup olmadığı konusunda meraktan ölüyorlardır..

Bunları düşünerek New York sokaklarında yürüyorken, caddenin karşı tarafında iki insan dikkatini çekti. Bir tanesinin omzunda büyük bir kamera, ötekinin ise elinde bir mikrofon vardı. Mikrofonu tutan, kameranın önünde bir şeyler konuşuyordu. Televizyoncular! Ne hakkında yayın yaptıklarını merak ederek, karşı kaldırıma geçti. Belediye Başkanı'nın açılışını yapacağı yeni alışveriş merkezi hakkında canlı bağlantı yapıyorlardı. Belediye Başkanı 10 dakikaya kadar orada olacaktı.

Önemsiz bir şeymiş diyerek oradan ayrılıp yoluna devam etmeye karar verdi William. Ama tam bir adım atmıştı ki, aklına çılgın bir düşünce geldi! Ve bu çılgın düşünce, daha fazla uzaklaşmasını engelledi. Yapmalı mıydı, yapmamalı mıydı?... Yapmaya karar verdi!

10 dakika sonra New York Belediye Başkanı arabasıyla geldi. Habercileri görünce, kameraya doğru gitti ve spikerle kısa bir röportaja başladılar. Yeni açılacak olan bu alışveriş merkezinin, New York'un bir simgesi haline geleceğinden, vatandaşların bir çok ihtiyacını karşılayacağından, turistlerin yapacağı harcamalar sayesinde ülke ekonomisine katkıda bulunacağından, mimarisinin şehre başka bir hava katacağından...

Derken, televizyonları başındaki bütün Amerikan halkını şoke eden bir olay yaşandı! O kadar büyük bir olaydı ki, New York şehri için bu kadar önemli olan alışveriş merkezi haberini bile gölgede bırakacak cinstendi!

Belediye Başkanı ve spiker konuşurlarken, arkalarında bir adam belirdi. Adam önce gayet kayıtsız bir şekilde önce kameraya bakıyor, sonra Belediye Başkanı ve spikerin konuşmalarını dinliyor, başını onaylar gibi sallıyor, sonra tekrar kameraya bakıyordu. Gayet ciddi bir yüz ifadesi takınmıştı, ama arada sırada kendisini tutamayarak sırıtıyordu da.

O sırada evde televizyon seyreden Sarah, Amerika'daki bütün insanlardan daha fazla şok olmuştu! Ekrandaki bu ilginç adam, William'ın ta kendisiydi!

Ama William bu kadarıyla yetinmedi. Daha sonra tarihe geçecek, ve bütün insanlığın imrenerek seyredeceği o harika hareketini yaptı!

Tarihte bugün ilk kez bir insan, televizyonda spikerin arkasından kameraya el salladı!

İşin en ilginç tarafıysa, spiker ve Belediye Başkanı bütün bu olanların farkında olmasına rağmen, hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalışmalarıydı! William'ı fark etmişlerdi, ama sanki o orada yokmuş, sanki o kameraya el sallamıyormuş gibi röportajlarına devam etmeye çalışıyorlardı.

William'ın bunu yaparkenki tek amacı, ailesinin o programı izlediğini umut edip onlara kendisinin iyi olduğunu göstermekti! Ki bunda da başarılı oldu, Sarah hemen çocuklarını çağırarak televizyondaki babalarını gösterdi onlara. Böylece içleri bir süre de olsa rahat etmiş oldu.

Ama William'ın bu hareketi, daha sonra çeşitli insanlar tarafından çok farklı şekillerde yorumlandı. Bir kısım insan, William'ın izinden giderek gurbet ellerde ailelerinin içini rahatlatmak için kullandı. Bir kısım insan ise, sırf televizyona çıkma arzularını biraz olsun dindirebilmek için. Kim ne için yaparsa yapsın, kesin olan bir şey vardı ki, o da William'ın el sallayarak milyonlarca insana ilham kaynağı olmuş olmasıydı. William'dan sonra milyonlarca insan, ne zaman bir kamera görseler, pis pis sırıtarak el sallamaya başladılar! Cep telefonlarının icat olmasıyla beraber, bir de tanıdıklarını arayarak ilgili kanalı açmalarını söyleyenler de türedi.

William sayesinde, televizyonun sadece ciddi yayın yapmasının doğru olmadığı, aynı zamanda eğlenceli yayınların da yapılabileceği kanıtlanmış oldu. Böylece William, televizyon endüstrisine yepyeni bir soluk getirmeyi başararak, onu bir üst kademeye taşımayı tek başına başardı! Günümüzde ne zaman birisinin spikerin arkasından kameraya el salladığını görsek, bunun aynı zamanda William'a bir saygı niteliğinde olduğunu da biliyoruz artık.
FriendFeed ile Paylaş

Bir Hoca Öğrencisine Taktı

14 Kasım M.Ö. 375: Antik Yunan'da Knidos'ta açılan ilk tıp okuluna rakip olarak açılan Kos Adası tıp okulunda aralarında Hipokrat'ın da bulunduğu tarihin ünlü doktorları yetişiyordu. Yetişmiş ünlü doktorlardan bir tanesi de, Ord. Prof. Dr. Perineus'tu. Perineus, zamanının en büyük dahilerinden bir tanesiydi. Bir yandan gelen hastalara şifa verirken, bir yandan da doktor olabilmek için didinen tıp öğrencileriyle ilgilenirdi. Genç öğrencilerine yeni şeyler öğretmek, onun için paha biçilemez bir değere sahipti. Bu yüzden de, öğrencileri arasında en sevilen hocaların başında geliyordu. (Hipokrat'ı ise, zor sorduğu için pek sevmiyorlardı).

Ord. Prof. Dr. Perineus'un 15 kişilik özel bir öğrenci grubu vardı. Kliniklere onlarla iner, uzun yıllar sonucu edindiği bilgi birikimini ve tecrübelerini onlara aktarırdı. Bu 15 kişi arasında, Honorus isminde, Thracia'lı bir öğrenci de bulunmaktaydı. Son sınıftaydı ve okulu bitirip hekim olmasına çok az kalmıştı. Dersleri çok iyiydi. Ama biraz hiperaktiflik sorunu olduğu için, olup olmadık yerlerde her şeye atlıyor, çok göze batıyordu. Prof. Perineus, ilim sahibi sabırlı bir insandı. Honorus'un her şeye atlamasını hoş karşılamıyordu, ama bunu onun gençliğine vererek sabrediyordu. Sonuçta dersleri gerçekten iyiydi, ve aslında kimseye zararı da dokunmuyordu. Ama yine de şu her şeye atlama huyu yok muydu...

Derken, güz yarıyılı vize dönemi gelip çattı. Sınavları, sözlü şeklinde oluyordu. Hocaları her öğrenciyi tek tek alıyor ve sorular sorarak ona göre notlarını veriyorlardı. Honorus, kredisi fazla olan iç hastalıklarına deli gibi çalışmıştı. Kredisi yüksek olduğu için bundan iyi bir not alıp, ortalamasını yüksek tutmak istiyordu.

Sınav günü geldi. Bütün öğrenciler, içinde hocalardan oluşan bir kurulun bulunduğu odanın kapısı önünde dikilmeye başladılar. Herkes çok heyecanlıydı. Bir kısmı ellerinde kız notlarıyla son tekrarlarını yapıyor, kimisi sabahladığı için uyukluyor, kimisi "Hiç çalışmadım abi ya, kesin kalıcam" diyordu. Honorus ise, çok iyi çalışmış olmanın verdiği güvenle çok rahattı. Bu yüzden gidip arkadaşlarına sataşıyor, onlarla uğraşıyordu.

İşte bu şekilde arkadaşlarıyla uğraşırken, sesinin içeriden duyulduğunu bilmiyordu. İçeride bulunan Prof. Perineus, öğrencisi Honorus'un sesini hemen ayırt etmişti. Ve en sonunda, Honorus'un yaptığı bu küstahlıklara gösterdiği sabrı birdenbire taşıverdi! Gayet profesyonel ve objektif davranan Perineus gitmiş, bambaşka birisi yerine gelivermişti sanki!

Öğrenciler teker teker odaya girdiler, çıktılar. Sıra Honorus'a geldi, gayet rahat tavırlarla içeri girdi. Ne yazık ki o sırada başına gelecekleri henüz bilmiyordu...

Hocalar teker teker soruları sormaya başladılar, hepsine çatır çatır doğru cevap verdi. Ama en önemli sınav, kendi hocası olduğu için Ord. Prof. Dr. Perineus'un sınavıydı. En son, sıra Prof. Perineus'a geldi.

Ve o anda tarihte bir ilk yaşandı: İlk kez bir hoca, öğrencisine taktı!

Prof. Perineus, Honorus'a ardı ardına kazık soruları sormaya başladı. Honorus doğru cevap verdikçe çıldırdı, daha zor sormaya başladı. İşlemedikleri konulardan sorular sormaya başladı. "Hocam ama o konuları daha işlemedik" diyen Honorus'a, "Tıp bir bütündür! Karşına hasta geldiğinde biz o konuyu işlemedik mi diyeceksin?" diyerek laf koydu. Ve böylece Honorus'u yavaş yavaş çökertti.

Sorular bittiğinde, Honorus tam sınırdaydı. Daha önceki hocalardan gayet iyi notlar almıştı. Ama Prof. Perineus'un vereceği not, kalıp kalmayacağında çok önemliydi. Yaşananları, diğer hocalar da şaşkınlıkla izliyorlardı. Arada yavaşça Prof. Perineus'a eğilerek "Aman hocam, çocuğun üstüne bu kadar gitmeyin, bakın biliyor hepsini" diyorlardı ama Prof. Perineus bir kere takmıştı kafayı!

Prof. Perineus notunu açıkladığında, Honorus şaşkına döndü. Kalmıştı! O kadar çalışmış olmasına rağmen, kalmıştı! Bunu ailesine nasıl açıklayacaktı?

Ailesine, "Hoca bana taktı, o yüzden kaldım!" dediğinde, tarihte bu bahaneyi kullanan ilk öğrenci olduğunu tabii ki de bilmiyordu.

Bu olaydan sonra, ne zaman bir öğrenci sınıfta kalsa, aynı bahaneyi kullanmaya başladı: "Hoca bana taktı ya, ondan kaldım!". Honorus, kendisinden sonra gelen nesiller için tutunacak harika bir dal parçası bırakmıştı ve bu yüzden yüzyıllar boyunca öğrenci kesimi tarafından hep minnettarlıkla anıldı.

(Resim, http://forum.shiftdelete.net/komik-resim/156777-antik-yunan-tanrisi-artizos-neararos-bazardaos.html adresinden alıntıdır.)
FriendFeed ile Paylaş

Zeki Olduğu Halde Çalışmadı

5 Kasım 1970: Uganda'nın sınır köylerinden birinde 1958 yılında dünyaya gelen Majid Mulindwa, daha sonra 2 yaşındayken ailesiyle başkent Kampala'ya taşınmış ve geri kalan hayatını orada geçirmişti. 1970 senesinde, Uganda'nın en prestijli liselerinden birisinde son sınıftaydı. Kısaltması ŞMPYNGS olan üniversiteye giriş sınavına hazırlanıyordu. Okulunun en parlak öğrencilerinden birisi olan Majid, bütün öğretmenleri tarafından çok seviliyor ve sayılıyordu. Derslerinde çok başarılıydı, en sevdiği ders Matematik'ti.

Gittiği okul, sadece zeka seviyesi belli bir düzeyin üstünde olan öğrencileri kabul ediyordu. Bir nevi dahiler okuluydu. Majid için de, geleceğin Einstein'ı deniliyordu. Katıldığı fizik ve matematik olimpiyatlarında sürekli dereceler elde ediyordu. Karnesindeki bütün notları 5'ti.

Ama 1970 senesinin, onun için hiç de iyi bir yıl olmayacağını henüz bilmiyordu. 5 Kasım sabahı uyandığında, boğazında hafif bir ekşime, kuru bir öksürük ve üstünde yoğun bir halsizlik vardı. Yataktan kalkmaya çalıştı, yapamadı. Çok kötü hasta olmuştu!

Bütün gününü yatakta geçirdi, annesi bir sürü nane-limon kaynattı, meyveler yedirdi. Bu şekilde yatağında yatarken, aslında tarihi bir olaya imza attığının farkında değildi tabii ki. Saatler gece 12'yi vurduğunda, Majid tarihe geçmişti!

Böylece tarihte bugün ilk kez birisi zeki olduğu halde çalışmadı!

Annesinin yoğun ilgisi ve bütün gün yatakta pinekleyip radyo dinlemek o kadar iyi gelmişti ki, bütün gün hiç ders çalışmadığının farkına bile varmamıştı Majid!

Daha sonra önce Majid'in diğer dahi arkadaşları arasında yayıldı bu çalışmama hastalığı. Ardından komşu okuldaki öğrenciler arasında. Derken zeki olduğu halde çalışmayan insanların sayısı gitgide arttı, bütün dünyada kalabalıklaştılar.

O gün yaşadığı o tatlı deneyim, Majid'in hayatında çok şeyi değiştirdi! Kendisini ne kadar zorladıysa da, bir türlü ders çalışmaya konsantre olamaz oldu. Ve bir süre sonra da ders çalışmayı komple bıraktı, haytalığa verdi kendini. ŞMPYNGS'ye girdi, barajı bile aşamadı! 4 sene tekrar tekrar denedi şansını, ama yine de hiç bir yere yerleşemedi.

Bunun üzerine, oturduğu mahallede küçük bir bakkal dükkanı açarak ticarete atıldı. İşleri hiçbir zaman büyütemedi, hep o küçük bakkal dükkanında kasa başında bekledi durdu. Arada sırada bira almaya gelen üniversite öğrencileriyle muhabbete girer, "Okuyun gençler, okuyun. Ben de sizin gibi zekiydim ama çalışmıyordum. Çalışsam, şimdi belki başka yerlerde olacaktım. ama çalışmadım işte. Okuyun gençler, okuyun.." derdi onlara. Üniversite öğrencileri ise "Tabi abicim, tabi öyledir" diyerek ona inanmazlardı. Oysa ki bilmezlerdi aslında gerçekten de zeki olduğunu, ama çalışmadığını!

Günümüzde yapılan anketlere göre bugün dünyada yaklaşık 200 milyon insan, zeki olduğu halde çalışmıyor veya hayatının bir bölümünde çalışmamış!
FriendFeed ile Paylaş